Tarama Sonuç Kümeleri
Kümeler aramadaki ilk 100 sonuca göre oluşturulmuştur.

Tümünü Listeye Ekle
Objectives: This paper looked into the relation between childhood traumas, resilience, cognitive flexibility, and adult emotion regulation skills in adults. Methods: The sample, which is based on the relational screening model, includes 395 participants (female: 202, male: 193). Sociodemographic Information Form, Childhood Trauma Questionnaire, Connor-Davidson Resilience Scale, Cognitive Flexibility Scale and Cognitive Emotion Regulation Questionnaire were applied to the participants to obtain the research data. Data collection was carried out online (google forms) through convenient sampling. The t-test was used to compare the study's quantitative data, and Pearson Correlation analysis was utilized to test the relationship between the scales. Multiple Linear Regression analysis was used for predictive analysis and finally PROCESS was used for mediator role analysis. Results: The investigation's findings revealed that there is a statistically significant difference between the scores of the two groups compared. Findings showed that there is a moderately positive correlation between acceptance and CTQ scores, a weak positive correlation between acceptance and emotional abuse scores, a weak positive correlation with physical abuse scores, a weak positive correlation with physical neglect scores, a weak positive correlation with emotional neglect scores and weak positive correlation with sexual abuse scores. A weak and negative correlation exists between Putting into Perspective and the CTQ, an even weaker and negative correlation exists between Putting into Perspective and the Emotional Neglect and Sexual Abuse scores. Rumination scores have a weak and negative relationship with emotional abuse scores. Conclusions: In order to prevent them from serving as the foundation for difficulties with adult mental health, it is crucial to understand the relationship between traumatic childhood events and psychological resilience, cognitive flexibility, and cognitive emotion regulation techniques. In order to assist people, analyze their thoughts and feelings, be aware of negative coping mechanisms, rigid, inflexible cognitive styles, and negative thinking patterns, clinical psychology practices will benefit from research on these characteristics.
Günümüzde sanatçı ve tasarımcılardan amatör kullanıcılara kadar birçok kişi yapay zekâ üretimlerden yararlanmaya başlamıştır. İnsanoğlu artık uzun süreli çalışmalar sonucu ortaya çıkan sanat ve tasarım ürünlerinin benzerlerini dakikalar hatta saniyeler için de yapabilen yapay zekâ ile karşı karşıyadır. Yapay zekâ bu becerisini güçlü teknolojik alt yapıların yanı sıra içerisinde milyarlarca görsel ve işitsel ögeyi barındıran veri tabanlarından almaktadır. Bu durum birçok sorgulamayı da beraberinde getirmektedir. Güzel sanatlar alanında yapay zekâ kullanımı, yaratıcı sürece katkı sağlayabilir, ancak aynı zamanda potansiyel risklere ve etik boyutlara (telif hakları, şeffaflık, veri yönetimi vb.) da yol açabilmektedir. Bu makale yapay zekâ ve sorumlu yapay zekâ arasındaki ilişkiyi Güzel Sanatlar örnekleminde ele alarak tartışmaya açmaktadır. Makalede, sorumlu yapay zekâ kavramının güzel sanatlar alanında da öne çıkması gerektiği, potansiyel risklere ve etik problemlere karşı, yapay zekâ kullanımında sorumluluk sahibi olmak için sanatçı ve tasarımcılar, teknoloji uzmanları ve karar vericiler arasında iş birliğinin önemli olduğu vurgulanmış. Ayrıca, toplumsal değerleri ve etik standartları koruma amacıyla uygun politika ve yönergelerin uygulanması gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.
Bu çalışmanın amacı, sanatla terapi programının şizofreni tanısı almış bireylerde hastalık belirti düzeyleri üzerindeki etkililiğinin incelenmesidir. Çalışmaya katılan 29-65 yaş aralığındaki 10 şizofreni tanısı almış erkek katılımcıya, her biri 120 dakika süren 10 oturumluk sanat terapisi programı toplam 10 birbirini takip eden hafta boyunca uygulanmış, ön test, son test ve çalışmanın bitişinden 12 hafta sonra takip ölçümleri alınmıştır. Wilcoxon İşaretli Sıra Testi analizi uygulanan sanat terapisi programına katılım sağlayan hastalarda terapi programından sonra Beck Depresyon Ölçeği ile Pozitif ve Negatif Sendrom Ölçeği toplam puanlarında anlamlı farklılıkların olduğu bulunmuş, 12 hafta sonra yapılan takip ölçümünde ise bu etkinin devam ettiği görülmüştür. Araştırmanın sonuçları, sınırlılıkları ve güçlü yanları alanyazın ışığında tartışılmıştır.
Bir kitle iletişim aracı olarak güncelliğini koruyan televizyon, afet dönemlerinde geniş kitlelere kesintisiz ulaşabilen bir enformasyon kaynağı olarak öne çıkmaktadır. Afet dönemlerinde gerçekleştirilen gerek canlı yayınlar gerekse kriz anlarına yönelik programlar, bu dönemde doğru bilgi almak isteyen kamu tarafından takip edilmektedir. Dijital iletişim teknolojileriyle ortaya çıkan alternatif haber kaynaklarının söz konusu olduğu günümüzde televizyon; editoryal süreçlerden geçmesi, yetkililer ve izleyiciler tarafından muhatap alınması, tecrübeye sahip ve kurumsallaşmış bir niteliğe sahip olması sebebiyle olağanüstü durumlarda daha “geçerli” bir enformasyon kaynağı olarak dikkate alınmaktadır. “Afet dönemlerinde bir kitle iletişim aracı olarak televizyonun rolü nedir ve nasıl olmalıdır?” sorusundan yola çıkan çalışmada sektörel ve akademik tecrübeye sahip uzmanlarla derinlemesine görüşmeler gerçekleştirilecek, internet yayıncılığı ve televizyon karşılaştırması etik, canlı yayın, eşik bekçiliği ve iletişim eğitimi odağında tartışmaya açılacaktır. Çalışmanın sonuçlarının değişen dünyada televizyon yayıncılığının sürdürülebilirliği, televizyonculuk ve internet yayıncılığının entegrasyonu ve afet dönemlerinde televizyonun güvenilir bir bilgi kaynağı olarak dikkate alınması konusunda önemli ipuçları barındırması beklenmektedir.
The primary objective of this research is to explore how the level of Mental Health Literacy influences the motivation for treatment among individuals dealing with alcohol or substance addiction. The study involved 128 subjects undergoing inpatient treatment at the Alcohol and Substance Abuse Treatment Center. To gather data, researchers utilized a Personal Information Form, Mental Health Literacy Scale, and Treatment Motivation (TM) survey. The scores obtained from the Treatment Motivation Questionnaire and Mental Health Literacy Scale were 94.21±12.2 and 108.03±11.7, respectively. The analysis revealed a statistically significant, albeit weak, positive correlation between the participants' Mental Health Literacy Scale-Knowledge of How to Seek Mental Health Information subscale mean score and both their total Treatment Motivation Questionnaire score and their Interpersonal Help-Seeking subscale mean scores (r=0.284). Conversely, a statistically significant weak negative correlation emerged between the participants' Mental Health Literacy Scale-Knowledge of Professional Help Available subscale mean score and their Treatment Motivation Questionnaire-Distrust in Treatment subscale mean score (r=−0.230). Conclusions drawn from the study indicate that a lack of knowledge regarding addiction and accessing professional assistance, coupled with concerns surrounding stigma, pose as significant barriers to motivation for seeking treatment.
Yeniden işlevlendirme mimarların, iç mimarların, tasarımcıların mevcut yapıların korunması bilincine sahip olmaları açısından en önemli çalışma alanlarından biridir. İşlevini yitirmiş kültürel öneme sahip tarihi yapıların kent içinde hayat bulması, yeniden işlevlendirme ile mümkündür. Bu doğrultuda, kültür varlıklarının korunabilmesi ve gelecek kuşaklara aktarılabilmesi amacıyla Biruni Üniversitesi İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı, 2021-2022 Bahar Dönemi, İç Mimari Proje IV dersinin konusu geçici konaklama tasarımı olarak belirlenmiş ve proje alanı olarak İstanbul’da yer alan Üsküdar Paşalimanı Un Fabrikası verilmiştir. Çalışma kapsamında öğrencilerden, kent içinde atıl bir halde bulunan yapıyı, bulunduğu bölgenin kültürel ve sosyal gereksinimlerini gözeterek, geçici konaklama işleviyle tasarlamaları beklenmiştir. Proje stüdyosunda başarı göstermiş 21 öğrenci projesi içinden, 10 proje çalışmanın rastlantısal olmayan benzeşik örneklemini oluşturmak üzere seçilmiştir. Çalışmada, çift eksenli metodoloji kullanılmış ve nicel araştırma yöntemlerinden “nedensel karşılaştırma modeli” kullanılarak, belirlenen değerlendirme ölçütlerine, öğrenci çalışmalarının hangi ölçüde yaklaştıkları tablo üzerinden aktarılmıştır. Sonuç olarak, öğrenci çalışmaları değerlendirildiğinde, hem yapının bütünlüğünü gözeten hem de çağdaş öneriler getiren farklı tasarım yaklaşımlarının geliştirildiği ve koruma kavramının öneminin büyük ölçüde benimsendiği görülmüştür.
Kurumsal iletişim kavramı bir kuruluşun tüm paydaşlarıyla olan iletişim süreçlerini kapsamaktadır. Bu süreçlerin planlanması ve koordine edilmesi temel işlevleri olan kurumsal iletişim, kuruluşun tüm faaliyetlerine ilişkin mesajların oluşturulması ve aktarılmasına odaklanmaktadır. Kuruluşlar bahsedilen iletişim süreçleriyle kurumsal kimliğinin aktarımı, imaj oluşturma, itibar oluşturma ve mevcut itibarını koruma, farkındalık sağlama gibi farklı noktalara temas ederek avantajlar sağlamakta ve alanda faaliyet gösteren diğer kuruluşlardan ayrışmaktadır. İletişim süreçlerinde geleneksel mecraların yanı sıra dijital mecraların kullanımı yıllar içerisinde önem kazanmıştır. Bu bağlamda kurumsal iletişimde dijital mecraların kullanımı hem süre hem de maliyet açısından kuruluşlara avantajlar sağlamaktadır. Dijital ortamda kullanılabilecek alanlardan biri olan podcast kanalları kuruluşların belirledikleri konularda paydaşlarıyla iletişim kurabilecekleri bir alan olarak açıklanmaktadır. Bu çalışmada finansal kuruluşların podcast kanallarını kullanım pratikleri doküman analizi tekniğiyle incelemektedir. Bu inceleme kapsamında içeriklerden bağımsız olarak kanal sayıları, içerik sayıları, içerik süreleri temel alınarak yıllar içerisinde değişim ve gelişim ortaya konmaktadır. Çalışmanın sonuçlarında kuruluşların podcast içeriklerinin yıllar içerisinde artış gösterdiği, kanal sayısının değişkenlik gösterdiği ve proje bazlı kanallardan söz edilebileceği, ortalama sürelerde içerik paylaşım sıklığı ile uzunluk anlamında doğrudan bir korelasyon bulunmadığı sonucuna ulaşılmıştır.
Objective: After a stroke, most patients have poor ankle control and difficulty walking. Considering that proper foot placement will provide a more balanced and controlled gait, the aim of this study was to investigate the immediate effect of non-elastic ankle taping providing eversion support on gait balance in stroke patients. Material-Method: The study included 30 stroke patients. Participants were randomly assigned to two groups: intervention group (n=15) and the control group (n=15). The control group received 45 min of conventional physiotherapy. The intervention group received 45 min of conventional physiotherapy after nonelastic taping, which provides eversion support. The gait balance of both groups was evaluated using the Dynamic Gait Index before and after treatment. Results: A significant difference was found in the Dynamic Gait Index total score of the intervention and control groups before and after treatment (p<0.05). In the intervention group, a significant difference was found in all items of the Dynamic Gait Index before and after treatment (p<0.05). In the control group, a significant difference was found in the 4th and 8th items of the Dynamic Gait Index before and after treatment (p<0.05). There was no significant difference between the intervention and control groups in the total score and the separate scores of the eight items of the Dynamic Gait Index before and after treatment (p>0.05). Conclusion: Nonelastic taping of the ankle before the physiotherapy session had a positive immediate effect on improving gait balance in stroke patients. The long-term effects of nonelastic taping on different gait parameters in stroke patients should be investigated.
Giriş: Asansörler günümüzde kullanım alanları oldukça geniş olan ulaşım araçlarıdır. Genel olarak asansör kazaları ‘kullanıcı kazaları’ ve ‘iş kazaları’ olarak ikiye ayrılır. Hem iş kazaları hem kullanıcı kazaları ile ilgili yaralanmalar özelikle mekanizması açısından ilgi çekicidir. Çalışmamızın amacı; asansör kazaları (kabin düşmesi) ile ilgili yaralanma mekanizmaları ve yaralanma bölgelerine dair verileri elde etmek böylece asansör kazaları ile ilgili yapılacak çalışmalara kaynak oluşturmak, asansör kazası sonucu yaralanma ve ölümleri önleyici projelerin geliştirilmesine katkı sunmaktır. Gereç ve Yöntem: 01/01/2011– 01/01/2021 tarihleri arasındaki 10 yıllık periyotta Adli Tıp Kurumu 3. Adli Tıp İhtisas Kurulu’na maluliyet oranı tespiti için gönderilen; asansör kazası (düşmesi) geçirmiş olguların 3. İhtisas Kurulu’nca tanzim edilmiş olan raporları elektronik ortamda incelendi. Bulgular: 2011 ve 2021 yılları arasında asansör kazası sonrası maluliyet değerlendirmesi için gönderilen 47 olgunun 36 (%76,6)’sı erkek, 11 (%23,4)’i kadın cinsiyetteydi. Olguların yaşları 2 ila 64 arasında değişmekteydi. Ortalama yaş 38,42±13,71, ortanca yaş 39’du. Olguların 37 (%78,7)’sinde kemik kırığı/kırıkları mevcuttu. Olguların 18 (%38,3)’inde lomber vertebra kırığı, 15 (%31,9)’inde tibia ve/veya fibula, 8 (%17)’inde kalkaneus, 6 (%12,8)’sında üst ekstremite kırıkları, 5 (%10,6)’inde kafatası kırığı, 5 (%10,6)’inde femur, 5 (%10,6)’inde torakal vertebra kırığı, 4 (%8,5)’ünde patella, 3 (%6,4)’ünde diğer ayak kemiklerinde kırık olduğu tespit edildi. Bunun yanında 1 (%2,1) olguda da kosta fraktürü olduğu tespit edildi. Olguların ortalama maluliyet oranı 24,92 ± 21,51 olarak tespit edildi. Tartışma ve Sonuç: Asansör kabini düşmesi sonucu meydana gelen yaralanmalarda, kabinin yapısı, bulunduğu kat, kişinin pozisyonu ve kişinin anatomik ve fizyolojik yapısına göre değişkenlik gösterir. Asansör kazaları özellikli yaralanmalara ve morbiditelere sebep olabilen travmalardır. Bu nedenle asansör kazalarını önleyici çalışmalara ihtiyaç vardır.
Crises that occur after natural disasters are real and serious issues that can cause serious depression. A crisis is a situation in which a smooth process suddenly turns into a depression with negative, dangerous consequences. Since our country is in an earthquake-prone region and has experienced earthquakes with great losses, it has a very traumatic history. The concept of crisis, which spreads over a wide area, is a phenomenon that needs to be talked about by drawing boundaries. Natural disasters cause crises, and crises cause trauma. Resilience is the most effective way to deal with natural disasters and the traumas that follow. Resilience can be considered as the ability to adapt to the adverse conditions caused by external factors causing the crisis for disaster management. Psychological resilience is defined as the ability to cope with the negative consequences that may follow a natural disaster and adaptation to a negative situation. The phenomenon of resilience is important for both the individual and the society in societies where major natural disasters such as earthquakes are experienced. This definition of psychological resilience points to an approach that leaves the individual on his/her own in the face of disaster, crisis, and trauma by placing a great responsibility on the individual. However, individuals who have been exposed to natural disasters should not be left on their own and all opportunities should be mobilised to help them. Passive exposure to the wounds caused by natural disasters decays both the individual and the society. Instead, engaging in emotional, mental, social, and artistic investments and taking part in new and multiple fields will benefit the individual and the society in order to tackle the wounds.
Sağlık profesyonelleri arasında COVID-19 önlemleriyle ilgili doğru bilgi ve uygun davranış, kendilerini korumalarının yanı sıra etkili hastalık kontrolü ve önlenmesi için gereklidir. Sağlıkla ilgili bölümlerde öğrenim gören öğrencilerin halk sağlığı acil durumlarında farkındalık yaratmada rolü vardır. Bu nedenle çalışmamızda Sağlık Bilimleri Fakültesi öğrencilerinin COVID-19 salgınına yönelik algı ve tutumlarının belirlenmesi, algı ve tutumlarını etkileyen sosyodemografik değişkenlerin incelenmesi amaçlanmıştır. Çalışmanın örneklem büyüklüğü evreni bilinen örnekleme formülü ile hesaplanmış olup, en az 315 kişiye ulaşılması hedeflenmiş, 317 kişiye ulaşılmıştır. Veriler 18.10.2021-18.01.2022 tarihleri arasında çevrimiçi anket yöntemiyle, Tanıtıcı Özellikler Formu ve COVID-19 Salgınına Yönelik Algı ve Tutumları Değerlendirme Ölçeği ile toplanmıştır. Tanımlayıcı analizlerde sayı ve yüzde, değişkenlerin karşılaştırılmasında Bağımsız Örneklem t Testi, One Way ANOVA kullanılmıştır. İstatistiksel anlamlılık seviyesi p<0.05 olarak belirlenmiştir. COVID- 19 Salgınına Yönelik Algı ve Tutumları Değerlendirme Ölçeği alt ölçeklerine ait puan ortalamaları incelendiğinde hastalık algısı madde puan ortalaması 3.92±0.50, nedenler algısı madde puan ortalaması 2.7±0.54, kontrol algısı madde puan ortalaması 2.8±0.54, kaçınma davranışları madde puan ortalaması 2.9±0.72 olarak bulunmuştur. Kadınların kaçınma davranışı alt ölçeği madde puan ortalamaları, annesi lisansüstü eğitim düzeyinde olanların ve ailesinde COVID-19 geçiren birey olmayanların kontrol algısı alt ölçeği madde puan ortalamaları daha yüksek bulunmuştur (p<0.05). Sonuç olarak COVID-19 pandemisinin ikinci yılında yapılan çalışmada öğrencilerin COVID-19 salgınına yönelik algı ve tutumlarının ortalamanın üzerinde olduğu bulunmuştur. Ancak ailesinde COVID-19 geçirenlerin kontrol algısının daha düşük bulunması nedeniyle öğrencilere yönelik sürekli ve etkili bilgilendirme çalışmalarının yapılması önerilmektedir. Öğrencilerin salgınlara ilişkin bilgi, tutum ve uygulama seviyelerini yükseltmek için bulaşıcı hastalıklar ile ilgili derslerin müfredatlarına eklenmesi önerilir.
Objective: The purpose of this study to examine the characteristics of substance use (SU) and its relationship with psychiatric symptoms, emotion regulation and attachment in youth and young adults with substance abuse in the southeast region of Turkey who have been exposed to repetitive trauma. Method: Forty-four patients with substance use complaints completed Sociodemographic Form, Addiction Profile Index (BAPI), BAPI-Clinical Form. Association of SU disorder diagnosis with both emotion regulation as measured by the Emotion Regulation Questionnaire (ERQ) and the attachment style as measured by Parent Attachment Tool is evaluated. Results: Our sample consists of 44 male patients a mean age of 23.77 years. All of them can read and write, but none of them are university graduates. The rate of being single in marital status is 66%. 60% of them have a low income level. 45% of them do not work. 25% of the sample meets the addiction criteria. Compared to the addicted and non-addicted groups, the addicted groups had significantly higher scores on inadequate anger control, lack of safe behavior, pleasure-seeking behavior, impulsivity, depression, and anxiety. The non-addicted group had a higher mean for cognitive reappraisal. The non-addicted group had a higher mean for cognitive reappraisal. Inadequate anger control, pleasure seeking behavior and duration of anxiety about substance use were found to be risk factors for addiction. Conclusions: The addicted group is different from the non-addicted group for BAPI subscales and ERQ subscale- a cognitive reappraisal. The current findings expand our understanding of the psychological and behavioral aspects of addiction, especially in provinces such as Şırnak, where traumatic life events are repeated, as there are many risk factors for SUD.
Objective: Antimicrobial resistance is a public health threat and is related to high mortality and morbidity. Because no development of new antibiotics can combat antibiotic resistance for pathogenic bacteria, the need for natural products has emerged. Staphylococcus aureus (S. aureus) is an important human pathogen responsible for community- and hospital-acquired infections. The goal of this study was to identify the in vitro effects of Origanum onites, Lavandula stoechas, Salvia officinalis and Thymus vulgaris essential oils (EOs) on biofilm viability as well as the antibacterial and anti-adherent properties on clinical S. aureus isolates from wound, biopsy and abscesses samples. Methods: The antibacterial activities of the EOs were assessed on 71 clinical S. aureus isolates by broth microdilution to determine the minimum inhibitory concentration (MIC) and minimum bactericidal concentration (MBC). Biofilm-forming isolates were determined, and EOs’ ability to prevent biofilm formation in a dose-dependent manner was calculated. Minimum biofilm inhibitory concentration (MBIC) and minimum biofilm eradication (MBEC) and the number of viable bacteria in sub-inhibitory doses of EOs were calculated by BioTimer-Assay (BTA). Results: All of the tested isolates showed high sensitivity towards the Thymus vulgaris and Origanum onites; MICs ranging from below 0.039 to 0.625 μl/ml. While the highest MIC value was determined as 5 µl/ml for Salvia officinalis, it was calculated as greater than 10 µl/ml for Lavandula stoechas. Each tested oil was detected to prevent biofilm formation at a significant percentage. Conclusion: The essential oils of Origanum onites and Thymus vulgaris showed bactericidal properties against clinical S. aureus isolates, including methicillin-resistant strains, which may become a promising alternative for multidrug-resistant pathogens. In addition, the number of viable bacteria in biofilm in sub-inhibitory doses of Lavandula stoechas and Salvia officinalis were found to increase when applied doses decreased.
Aim: Cirrhotic patients with acute variceal bleeding are characterized by a high mortality and rebleeding rate. The aim of this study was to explore predictors of rebleeding in cirrhotic patients. Methods: Cirrhotic patients who were admitted to the hospital were retrospectively analyzed. Rebleeding was defined as a new onset of hematemesis, hematochezia or melena after endoscopic therapy, and a period of stable vital signs and hemoglobin. Medical records as laboratory data include hemoglobin and platelet level, prothrombin time, creatinine, bilirubin, albumin level, vital signs, need of blood transfusions, comorbidities, medications, clinical findings as presence of ascites and hepatic encephalopathy, and endoscopic findings of varices were recorded and entered a computer-based database. Child-Pugh stage was also calculated and recorded. Results: 20 patients (21%) with recurrent hemorrhage after control of the variceal bleeding during the six-week follow-up period were included in this study. The level of albumin and hemoglobin in the rebleeding group were significantly lower than those in non-rebleeding group. The mean level of albumin was 2.45 mg/dL (vs. 3.05 mg/dL, p=0.01) and hemoglobin was 7.96 g/dL (vs. 9.92 g/dL, p=0.001). Ascites was seen to be significantly higher in the rebleeding group (50% vs. 14%, p=0.002). After multivariate regression analysis, we found that lower hemoglobin level and Child-Pugh grade were the only independent significant predictors for variceal rebleeding. Conclusion: Since factors such as the Child-Pugh grade, hypoalbuminemia and presence of ascites are associated with portal hypertension and hepatic failure, we found that lower hemoglobin level and Child-Pugh grade were the only independent significant predictors for variceal rebleeding.
Hematopoietic stem cell transplantation (HSCT) may take place in the form of an autologous or allogeneic transplant depending on the indication for transplantation. Because of the myeloablative conditioning regimens preceding HSCT, deep thrombocytopenia is experienced by most of the stem cell recipients in whom replenishment of leukocytes and platelets is expected within the first month following the transplantation. Prolonged thrombocytopenia, on the other hand, usually develops as a delayed complication of allogeneic stem cell transplantation (allo-SCT) and is associated to the source of stem cells, quantity of the infused CD34+ cells, graft-versus-host-disease (GVHD), insufficient engraftment, relapse of the malignancy, microangiopathy, alloimmunisation, medications, or viral infections. In an attempt to explain pathogenesis leading to post-HSCT thrombocytopenia, two main theories have been proposed. First one is the peripheral destruction caused by anti-platelet antibodies, splenic sequestration, or other factors. The latter blames insufficient platelet generation due to impaired thrombopoiesis. Nevertheless, most of the clinical conditions arise with overlapping of both mechanisms.Here we present a pseudothrombocytopenia case induced by donor-related ethylene-diamine-tetra-acetic acid (EDTA) as an unanticipated cause of thrombocytopenia to which most recipients of allo-SCT are prone to.
During the pandemic period, people have used various personal protective equipment including gloves, face mask and face shields. Among them, disposable face mask plays a critical role to control the spread of COVID-19. Hence, there is an urgent need to evaluate and suspend such waste materials from environment. Herein, we have investigated the potential use of disposable face mask as oil sorbent material for efficient oil/water separation due to their hydrophobic/oleophilic characteristics. Some structural characterization techniques are employed to examine the face mask. A number of tests including absorbency, oil/water separation stability in oils and waters, selective removal of oils in different water medium have been systematically investigated. The outcomes show that waste face mask have great potential in the field of oil-water separation that achieve selectively separate the oil from oily wastewater.
Fingerprints are one of the most important types of evidence in crime investigation due to their permanency, uniqueness, and ease of enhancing. Demonstrators usually prefer hiding their identities by covering their faces in illegal events such as throwing stones at security forces or at businesses and residences so as to damage property. Once the fingerprints are detected on stones, it could be possible to reach the perpetrators. However, there is insufficient research about recovering fingerprints on stones and their subsequent reliability. In this study, fingerprints left on 12 different kinds of stone surface were held for 1, 3, and 5 days respectively, after which it was sought to determine whether or not suitable fingerprints could be recovered for comparison. In this study, As a result of various chemical applications in the laboratory on 12 different types of stones, it was revealed that fingerprints with sufficient characteristics could be obtained from various stone types. Fingerprints of good quality were made visible with cyanoacrylate fuming method, particularly on stones with smooth surfaces and minimal porosity such as the outer surfaces of red brick, marble, mosaic, ceramic, tile and granite. After more than a hundred and thirty years, fingerprints still remain to be considered as one of the most important sources of evidence. It is evaluated that fingerprints developed from stones which were thrown during an assault could be instrumental in identification of a perpetrator.
Fingerprints are one of the most important scientific proof instruments in solving forensic cases. Identification in fingerprints consists of three levels based on the flow direction of the papillary lines at the first level, the minutiae points at the second level, and the pores at the third level. The inadequacy of existing imaging systems in detecting fingerprints and the lack of pore details at the desired level limit the widespread use of third-level identification. The fact that fingerprints with images based on pores in the unsolved database are not subjected to any evaluation criteria and remain in the database reveals the importance of the study to be carried out. In this study, different from classical fingerprint identification methods, a direct pore-based identification system for fingerprint matching is proposed with the dataset created by using the Docucenter Nirvis device and Projectina Image Acquisition-7000 software as a hyperspectral imaging system where pores were visualized more clearly. Although difficult from an operational perspective, the pores in the 800 fingerprints in the database were manually marked for the accuracy of the results. Next, by using a scoring based on iterative closest point algorithm, latent fingerprints were found. Results suggest that the higher the number of pores examined and the more accurately the pores were marked, the higher the hit score. At the same time, query results showed that the scores of other sequential fingerprints in the database which came after the matching fingerprint were even lower.
The aim of this study is to investigate the relationship between empathy levels, self-perceptions, and interactive play skills with peers in children during the preschool period. The study utilized a quantitative research design, specifically employing a correlational survey model. A total of 128 children attending educational institutions in the Uskudar district of Istanbul, Turkey, were included in the study. The participants were selected using the convenience sampling method. The data collection instruments used in the study were the "Demographic Information Form," "Empathy Scale for Children," "Purdue Self-Concept Scale for Preschool Children," and the " Penn Interactive Peer- Playing Scale-Teacher Form". The study's results revealed a moderate positive correlation between children's empathy skill levels and play interactions. Additionally, a moderate negative correlation was found between empathy skill levels and disengagement from play. Furthermore, a positive correlation was observed between the sub-dimension of maternal acceptance, which is one of the components of the self-perception scale, and play interactions, while a negative correlation was identified between scores related to play disruption and disengagement. However, no significant relationship was found between the other sub-dimensions of the self-perception scale, namely social, academic, and physical competence, and play skills.
Çocukların suça itilmesi, yetişkin suçluluğundan ayrı olarak ele alınması gereken, öncül risklerinin ve meydana getirdiği zararların tespit edilerek önlenmesi gereken bir kavramdır. Bir çocuğun suçlu olarak doğmasından veya özgür irade ve isteği ile suçlu olmasından söz etmek mümkün görünmemektedir. Suça itilme çocuğun kişilik özelliklerinin ve sosyo-kültürel kazanımlarının oluştuğu toplumsallaşma süreci ile doğrudan ilişkili bir kavramdır. Toplumsallaşma sürecinde karşılaşılan risk faktörleri ve koruyucu faktörler çocuğun suç ile olan ilişkisini belirlemektedir. Suça itilme çocuğun bireysel özelliklerinin yanı sıra toplumsallaşma süreçlerinden ve toplumsal olaylardan etkilenen bir süreci ifade etmektedir. Önemli toplumsal olaylar olan savaşlar, ekonomik krizler, salgın hastalıklar kişilerin ve toplumların suç ile olan ilişkisine olumlu veya olumsuz anlamda etki etmektedir. Son zamanlarda görülen en önemli küresel olaylardan biri olan Covid-19 pandemisi ile ilgili yapılan araştırmalar insanların bu süreçten fizyolojik, psikolojik, ekonomik, sosyo-kültürel anlamda etkilendiğini ortaya koymaktadır. Pandeminin toplumsallaşma süreçleri içerisinde ne gibi bir rol oynadığı ve suça itilmeyi etkileyip etkilemediği de ayrıca merak edilen konulardandır. Bu çalışmada Silivri Cumhuriyet Başsavcılığı Çocuk Suçları Soruşturma Bürosunda, pandemi öncesi ve pandemi dönemi olarak belirlenen tarih aralıklarında açılan soruşturma dosyaları incelenerek Covid-19 pandemisi ile suça itilme arasındaki ilişki incelenmiştir.
The primary aim of this study is to review the transformation of occupational health and safety (OHS) practices in the digital age, particularly in light of the onset of Industry 4.0. The study seeks to understand the emergence of OHS 4.0 methodologies and their implications for enhancing performance, reducing risks, and addressing workplace challenges. The overarching objective is to explore the innovations in the OHS domain influenced by digitalization and ascertain the benefits and challenges of integrating digital methodologies into OHS practices. A comprehensive literature review was conducted, scanning multiple sources to gather insights on the innovations brought about by digitalization in the OHS domain. The study further analyzed contemporary research and application areas of new technologies in occupational health and safety. Findings from the study confirm that the integration of digital technologies into the OHS domain can lead to a significant reduction in workplace accidents. However, as workplaces embrace digital processes, new types of risks emerge for employees. In adapting to digitalization, there are recognized challenges in areas like privacy, security, clarity, and responsibility. Digitalization has redefined the landscape of OHS, ushering in an era of OHS 4.0. While the digital methodologies offer significant advantages in reducing workplace accidents and enhancing performance, they also present new risks and challenges. As the workplace undergoes rapid changes due to technological advancements, there's a pressing need to develop OHS approaches that align with the demands of the modern age, ensuring that health and safety remain paramount amidst uncertainties in applicability.
Dijital çağın gelişimiyle birlikte internet, sosyal medya ağları ve diğer dijital araçlar siyasal iletişimi, katılım süreçlerini ve etkileşimi kökten değiştirmiştir. Bu kapsamda dijital siyaset, siyasi aktörlerin ve vatandaşların dijital teknolojileri kullanarak siyasi amaçlara ulaşmalarını ve siyasi süreçlere katılmalarını içermektedir. Dijital teknolo- jiler siyasi bilinci artırmaya, kamuoyu oluşturmaya, siyasi kampanyaları etkileşimli hale getirmeye ve siyasi katılımı artırmaya yardımcı olmaktadır. Özellikle internet ve sosyal medya ağları, siyasetçilerin yanı sıra siyasi partilerin ve sivil toplum örgüt- lerinin kitlelere ulaşmasını ve siyasi mesajlarını yaymasını kolaylaştırmaktadır. Aynı zamanda, bireylerin siyasi konulardaki fikirlerini ifade etmelerini, farklı görüşleri tar- tışmalarını, kendileri gibi düşünen kişilerle topluluk oluşturmalarını ve toplumsal de- ğişim taleplerini dile getirmelerini sağlamaktadır. Bu araştırma, YouTube’da yer alan Babala TV adlı kanaldaki Mevzular Açık Mikrofon programını, siyasetin dijitalleşmesi çerçevesinde incelemeyi ve literatüre katkı sağlamayı amaçlamaktadır. YouTube, ge- leneksel televizyon kanallarına bir alternatif konumunda çeşitli kanal ve programla- rın yer aldığı ve etkileşim sunması özelliği ile dünya çapında yaygın olarak kullanılan bir video paylaşım platformudur. Bu kapsamda, araştırmada nitel içerik analizi yön- temi kullanılmış ve toplamda 13 video ve 650 yoruma ilişkin veriler,MAXQDA yazılım programı ile kodlamaya tabi tutulmuştur. Elde edilen verilere göre, yeni bir siyaset aracı ve etkileşim imkânı sunan Mevzular Açık Mikrofon programına ilişkin YouTube kullanıcıları tarafından yapılan yorumların, genellikle programa katılan konuklar ve programla ilgili olarak olumlu olduğu sonucuna varılmaktadır. Ancak, programa ka- tılan seyircilerle ve gazetecilerle ilgili olarak çoğunlukla eleştirilerin olduğu gözlem- lenmektedir. Programla ilgili videoların etkileşim oranları ve kullanıcı yorumları göz önünde bulundurulduğunda ise, YouTube’un hem siyasi aktörler hem de vatandaşlar tarafından kabul gören bir dijital siyaset ve etkileşim aracı olmaya devam edeceği düşünülmektedir.
Siyasal iletişim aracı olarak sosyal medyada Instagram’a odaklanan bu çalışma- da, 28 Mayıs 2023 tarihinde gerçekleştirilen Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nin ikin- ci turu incelenmiştir. Çalışmada, Cumhurbaşkanı adaylarının paylaştığı 89 gön- deri ve bu gönderilere ait 8900 yorum metni, içerik çözümlemesi yöntemiyle analiz edilmiştir. Elde edilen bulgulara göre Cumhurbaşkanı adayları, en çok Reels formatlı içerikler paylaşmış ve bu paylaşımlarını çoğunlukla kısa açıklama metinleriyle desteklemişlerdir. Cumhurbaşkanı adaylarının paylaşımlarında ön plana çıkan tema, “seçim”; hedef kitleyse “seçmen” olarak saptanmıştır. Cum- hurbaşkanı adaylarının paylaşımlarına yapılan yorumlarda, “hayranlık/kişisel beğeni” içerikli cevaplar verilmiş ve yorumlarda Cumhurbaşkanı adaylarının paylaşımlarına yüksek düzeyde destekleyici değerlendirmelerde bulunulmuş- tur.
İnsanlık tarihinde güç her zaman önemli bir olgu olmuş, ona sahip olan ve ona tabi olanlar arasındaki ayrım üzerinden toplumsal ilişkiler şekillenmiştir. Çeşitli dönemlerde toplumsal tabakalar ve sınıflar arasında geçirgenlik ve dönüşüm ihtimali belirmiş olsa da güce sahip olma ve güç olgusu varlığını her zaman muhafaza etmiştir. Bu doğrultuda insan üretimi olarak ortaya çıkan teknolojiler de söz konusu olgunun içerisinde meydana gelmiş, işleyiş mantığını soğurmuştur. Bu bağlamda her dönem varlığını sürdüren sömürünün izleri, dijital iletişim teknolojilerinin özgürlükçü potansiyellerinin tartışıldığı günümüz düşünsel ortamında görünürlükten uzaklaşmaktadır. Bununla birlikte insanların gündelik pratiklerinde dijital teknolojilerle etkileşimleri sonucu ortaya çıkan veriler, yaşamı kolaylaştırdığı ve insan odaklı olduğu düşünülen araçlar ve uygulamalar aracılığıyla elde edilmekte ve işlenmektedir. Peki ya bu düzenin aslında beraberinde büyük bir sömürüyü getirdiği söylenebilir mi?
Sosyal ağların son dönemlerde kullanıcı kaybetmesi yeni bir kavramın literatü- re girmesini sağlamıştır: “sosyal ağ yorgunluğu”. İlk kez Gartner Dijital Danış- manlık Şirketi tarafından 2010-2011 yıllarında yapılan pazar araştırmalarının sonunda elde edilen verilere göre dillendirilen kavram, sosyal ağ üyelerinin platform kullanımının fiziksel ve psikolojik sonuçlarından beslenerek iletişim bilimciler tarafından betimlenmiştir. Tıbbi yorgunluk kavramından yola çıkıla- rak yapılandırılan sosyal ağ yorgunluğu kavramı, nitel ve nicel araştırmaların sonuçları üzerine kurularak açıklanmıştır. Literatürde yer alan araştırmalarda kavramın tanımlama aşamasının henüz sonuçlanmadığı ve yapılacak araştır- malarla sınırlarının genişleme olasılığının yüksek olduğu vurgulanmaktadır. Sosyal ağ yorgunluğunun varlığı Türkçe literatürde henüz yer almamıştır. Bu araştırmanın amacı sosyal ağ yorgunluğunun kuramsal çerçevesini Türkçe lite- ratüre kazandırmak ve gelecekte yapılacak sosyal ağ araştırmalarında bu yeni olgunun farklı değişkenler ile incelenmesini sağlamaktır. Buradan hareketle bu çalışma, nitel araştırma desenlerinden literatür taraması ile oluşturulmuş- tur. Araştırma sonunda, sosyal ağ çalışmaları ile ilgilenen akademik camiaya bu yeni kavramın incelenmesine ağırlık verilmesi tavsiye edilmiştir.
Gülme ve alay etmenin ötekileştirme boyutu özellikle gülünen kişinin küçük düşürülmesine yol açarak karşıdaki kişinin anormal olduğuna vurgu yapmak- tadır. Dolayısıyla idealize edilen yapının dışına çıkan delilerin de güldürü ve alay etme bağlamında ele alınması adeta kaçınılmaz olmuştur. Benzer süreç sinemaya da konu olmakta ve sinemada özellikle delilik söylemine maruz kalan karakterlere yönelik gülme ve alay etme biçimlerine oldukça sık yer verilmek- tedir. Bu çalışmada ölçüt örnekleme yöntemiyle belirlenen Vizontele filmi, çok modlu eleştirel söylem çözümlemesiyle çözümlenmiştir. Bu çözümleme sonu- cunda delilik söylemine maruz kalan Emin karakterinin, toplumsal düzene uy- madığı ve anormal davranışlar sergilediğinden dolayı gülme ve alay etmeyle birlikte aşağılayıcı ve küçümseyici ifadelere maruz kaldığı ortaya çıkarılmıştır. Bununla birlikte çözümlenen filmde deliliğin temsil biçimlerinin, psikiyatrik so- runlardan ziyade bir toplumdaki düzene aykırı olarak görülen durumları gös- termek amacıyla kullanıldığı ve delilik temsillerinin olumsuz kültürel tanımla- malar üzerinden kurulduğu görülmüştür.
Çoğunluk tarafından beğenilen ve benimsenen ürünlerin yaygın kullanıma sa- hip olması, popüler kültürün en belirgin yönü, kitle iletişim araçlarınca oluş- turulmasının da en temel nedenidir. Her alanın içine sızan bu ürünler, renkli, canlı, cezbedici biçimleri ve sürekli yenilenen yüzleriyle gündelik hayatın ba- şat unsurlarındadır. Kimi zaman yoğun haz, coşku, oyun barındıran bu ürünler, toplumun eğlence kültürüyle de bağdaşarak yönlendirici bir nitelik taşımakta ve kitleleri peşlerine katmaktadır. Böylece yeniden üretilerek aynı içeriğin tek- rarlanması, toplumda bir akım başlatmaktadır. İşte söz konusu bu akımların en belirgin bir şekilde çoğaldığı mecra, sosyal medya platformları arasında nispe- ten yeni olan TikTok’tur. Günümüzde TikTok ’un kullanıcıya sağladığı olanak- lar, özellikle genç nesli içine çekerek anormalliğin, üslupsuzluğun, toplumsal duyarsızlığın bir yaşam tarzı olarak benimsenmesine yol açmakta ve oluşturu- lan akımlar aracılığıyla bu anlayış pekişmektedir. Bu anlamda ardı arkası kesil- meyen akımların sürekli değişen dinamik yapısı, eğlenirken para kazanma ve gerçek hayatın stresinden uzaklaşma vaadiyle popüler kültür odağında sürekli güncellenmektedir. Buradan yola çıkarak çalışmanın amacı TikTok’un sunduğu akım stratejisini değerlendirerek mevcut yapısını incelemek ve ortaya koyduğu konu başlıklarıyla bir akım trafiği oluşturduğunun altını çizmektedir. Bu doğ- rultuda içerik analizi tekniğiyle incelenen 15 akımın kullanıcılarnını katılım ve etkileşim bağlamında teşvik edici unsurlar taşıdığını ifade etmek mümkündür.
Haber değerlerinin etik ikilemlere yol açabilen kriterler olup olmadığını, ha- berciyi insanın değerine aykırı bir değerlendirme yapmaya teşvik edip etme- diğini anlamak bu çalışmanın amacıdır. Bu zeminde yerel basın mensuplarının deontolojik, teleolojik etik öğretilerinden ve Kuçuradi etiğindeki değerlendir- me biçimlerinden hangisine uygun hareket ettiği yorumlayıcı fenomenolojik yöntem kullanılarak ortaya konmuştur. Amaca uygun olarak belirlenen katılım- cılardan kartopu örnekleme stratejisiyle diğer katılımcılara ulaşılmış, en az 3 yıl tecrübeli 10 gazeteciyle mülakat yapılmıştır. Görüşmeler MAXQDA programın- da tahlil edilmiş, 13 alt tema, 5 temaya ulaşılmıştır. Gazetecilerin, deontolojik ve teleolojik etik öğretilerinin kesiştiği, değer atfetmeler ile değer biçmelerin bir arada bulunduğu çatışmalı bir noktada çalışmak zorunda kaldıkları tespit edilmiştir.
Brands are constantly looking for strategies to meet customer needs in the marketplace and to promote and market their products more effectively. As the new world of technology replaces traditional TV commercials and outdoor billboards, different approaches have emerged. At this point, with the devel- opment of computer software and machine learning, Artificial Intelligence (AI) has become an indispensable option for those companies that want to expand their sales and marketing strategies to different dimensions. Artificial Intelligence technologies, deep machine learning and appropriate software can support companies on a wide range of scales, from providing brands with product options suitable for the target audience to offering customers special discounts, or from managing a complete process of collecting marketing data to ensuring that company information is accurately archived in the digital envi- ronment. The purpose of this article is to provide a descriptive analysis of the leading companies in today's market, with annual revenues of more than $10 million, that were included in the research through random sampling. At this point, the article draws attention to the importance of AI in the development of brands' marketing strategies and gives several examples of campaigns and applications in which brands have used AI. Finally, as a result of the descriptive analysis, the increase in revenue following the use of AI in marketing strate- gies and advertising is also considered.
Bu çalışmanın konusu, İkinci Dünya Savaşı sonunda Sovyetler Birliği’nin ön- cülüğünde başlatılan Sovyet Ermenistan’a göç çağrısının Türk ve İngiliz arşiv belgelerine göre yeniden okumasının yapılmasıdır. Bu okumalar ışığında Tür- kiye’deki Ermeni cemaatinin göç çağrısına tepkisinin anlaşılması için dönemin Türk ve Ermeni basınındaki değerlendirmelerinden de yararlanılacaktır. Erme- ni literatüründe “büyük geri dönüş”, “anavatana geri dönüş” olarak tanımlanan bu göç hareketi 1946-1949 yılları arasında Ortadoğu başta olmak üzere Avru- pa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayan yaklaşık 90 bin diaspora Erme- nisinin Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne gitmesiyle sonuçlanmıştır. Sovyetler Birliği İkinci Dünya Savaşı’nı kazanan taraflardan biri olmanın verdiği güvenle kendisini yeni dünya düzeninde politika belirleyici iki güçten biri ola- rak görmüştür. Savaş boyunca tarafsızlık politikasından ödün vermeyen Türki- ye’den de Sovyet Ermenistan’ına göç kampanyasını başlatarak hesap sormuş- tur. Sovyetler Birliği “anavatana geri dönüş” çağrısını Türkiye’den talep ettiği toprakları meşrulaştırabilmenin aracı olarak kullanmış ve çıkarları doğrultu- sunda Ermeni Sorunu’nun yeniden ortaya çıkmasını tasarlamıştır. Batılı ülkele- rin süreç içerisinde Türkiye’nin yanında yer almaları sonucunda Sovyetler Bir- liği isteğini elde edemediği gibi Ermenistan’a göç edenleri de hayal kırıklığına uğratmıştır. Bu göç hareketini başından beri destekleyen diasporadaki Ermeni örgütlenmeleri -kilise, siyasi partiler, komiteler- Sovyet girişiminin başarısızlığı karşısında hüsrana uğramışlardır. Bu çalışmada İngiliz ve Türk arşiv belgeleri ve gazete haberleri için tarihsel ve betimleyici araştırma tasarımından ve nitelik- sel içerik analizden yararlanılmıştır.
The aim of this work is to investigate the evolution of the Turkish language through an analysis of the newspapers’ articles published between the Late Ottoman and the Early Turkish Republican Eras. To conduct this analysis, this work focuses on the etymology of words used in the newspapers’ articles. We decided to focus on newspapers for two main reasons. On the one hand, press emerged in the Turkish cultural context with the aim to inform people about subjects of public interest (e.g., politics, economy, culture). Consequently, newspapers needed to adopt a language register that could be understood by a wide audience. On the other hand, we decided to focus on the language of newspapers since the latter represent one of the most effective means through which language spreads among speakers. Concerning this matter, we analyzed articles from newspapers published in the Late Ottoman Era such as Tasvir-i Efkâr, İkdam and Tercüman-ı Hakikat, as well as others from the Ear- ly Republican Era such as Cumhuriyet, Akşam and Milliyet. Articles included in this analysis were published between 1864 and 1936. Through the analysis of these examples, the scope of this work is to find an answer to the question on whether there are common features in Turkish language between the Late Ottoman and the Early Republican Eras. Moreover, this paper aims to under- stand the impact of the language reform on the evolution of Turkish.
İzleyiciye belirli bir kültürü eğlenceli ve bilgilendirici bir şekilde tanıtmak ve yine belirli bir kültüre ilişkin kendi kültürel deneyimlerini paylaşmak amacıy- la farklı kültürlere üye ‘YouTuber’lar tarafından çekilen videoların “yorumlar” bölümü, kültürlerarası karşılaşmalara olanak sağlaması bakımından oldukça değerlidir. Bu çalışmada, Türk kültürü özelinde kültürün özellikleri, kültürel farklılıkları, kültüre ilişkin stereotipleri ele alan iki farklı YouTube kanalından toplam 8 videonun altında yer alan 1035 yorum incelenmiş ve videoların “yo- rumlar” bölümündeki kültürlerarası iletişim pratikleri analiz edilmiştir. Kulla- nıcıların YouTube’daki kültürlerarası karşılaşmalarda sıklıkla birbirleriyle fikir alışverişinde ve kültüre ilişkin konularda enformasyon talebinde ya da payla- şımında bulundukları sonucuna ulaşılmıştır. Kültürel tanıtım amacıyla yayınla- nan YouTube videolarının hem içerikleriyle hem de “yorumlar” bölümündeki kültürlerarası iletişim pratikleriyle, bireylerin kültürlerarası okuryazarlık kaza- nımında olumlu bir rolü olabileceğini söylemek mümkündür.
Bu çalışmada psikoloji literatürünün yaratıcılık ve yaratıcı düşünme üzerine ta- nım ve sınıflandırmalarından hareket edilerek Türkiye’de ana akım medyada yayınlanmak üzere dizi kaleme alan senaristlerin yaratıcılıklarını baskılayan et- menler tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu amaca uygun olarak çalışmada TV dizi sektöründe son üç yıldır aktif olarak çalışan 11 profesyonel senarist ile yarı ya- pılandırılmış görüşmeler gerçekleştirilmiştir. Senaristlere, ‘Yaratıcı kişi: Sena- rist’, ‘Yaratıcı süreç: Dizi Projesi Geliştirme ve Hayata Geçirme’, ‘Yaratıcı ürün: Yayına Giren Diziler’, ‘Çevre Etkisi: Seyirci ve Diğerleri’ ve ‘Çözüm Önerileri’ ol- mak üzere beş tema üzerinden sorular yöneltilmiş; yanıtlarından yapılan doğ- rudan ve dolaylı alıntılar betimleyici bir yöntemle analiz edilmiştir. Sektörün ve çalışma koşullarının yapısından kaynağını alan pek çok sorundan doğrudan etkilenen senaristlerin risk alamamalarının; özgün, yenilikçi ve geleceğe kalan eserler üretememelerinin nedenleri üzerinde durulmuş ve söz konusu sorun- lara yönelik olası çözüm önerileri tartışılmıştır. Dolayısıyla çalışmanın yalnızca iletişim bilimi literatürüne katkıda bulunması değil dizi sektörü ve çalışanlarına da yarar sağlaması hedeflenmektedir.
Social media allows both elites and non-elites to share real-time information about crisis events, such as terrorist attacks, and express support and sympa- thy for victims using hashtags. Recently, a terrorist attack occurred in Taksim Square, Türkiye, resulting in numerous deaths and injuries. Following the at- tack, Turkish citizens created the popular hashtag #Taksim to share informa- tion and express their emotions about the incident. This article explores the key influencers within #Taksim during the attack on Taksim Square by review- ing literature on hashtags, crisis events, gatekeeping, and networked gate- keeping theory. Through a quantitative and qualitative content analysis of 285,081 tweets under the hashtag #Taksim, the article examines how key us- ers became prominent in the information flow. The findings demonstrate that Twitter ’s communicative practices (retweets, likes, replies, and quote tweets) allowed primarily elite actors, such as politicians and mass media journalists, to become key gatekeepers following the attack. This suggests that views of Twitter hashtags and their democratizing effects in crisis events need to be reconsidered, as the study highlights the significant role of elites. The find- ings also confirm that users who played crucial roles in the information flow through #Taksim became more prominent by addressing problematic issues like the refugee problem and freedom of the internet in Türkiye. Additionally, users gained prominence within #Taksim by posting messages accompanied by influential visuals.
İnsanların düşüncelerini ve duygularını ifade etmek için kullandıkları temel araç olan dil, iletişim kurmanın yanı sıra insanların düşünce süreçlerini de şekillendirmekte ve toplumsal etki oluşturmaktadır. Belirli bir konu ya da tartışma çerçevesinde kullanılan dil ise ‘söylem’ olarak ifade edilmektedir. Söylemintoplumsaletkisi,kullanılandilindoğruveyayanlışalgılanmasına,belirli bir toplumsal kesime yönelik olup olmamasına ve insanların düşüncelerini nasıl şekillendirdiğine bağlıdır. Bu açıdan kitle iletişim araçlarının en önemlilerinden biri olan gazeteler, toplumsal etki oluşumunda önemli bir rol oynamaktadır. Bu çalışmada, yayın politikaları farklı olan Hürriyet, Sabah ve Cumhuriyet gaze- telerinin 6 Şubat 2023’te Kahramanmaraş merkezli yaşanan depremde gazete- lerinin manşetlerinde gösterdikleri tavır ve duruşları değerlendirilmiştir. Nitel ve nicel yöntemli bir araştırma olan bu çalışmada Kahramanmaraş depremine yönelik haber ve yorumlar içerik analizi tekniği kullanılarak incelenmiştir. Edi- len bulgular, toplumun birlik ve beraberlik içerisinde olması gereken zamanlar olarak değerlendirilen afet ve savaş hâli gibi durumlarda, gazetelerdeki ayrıştı- rıcı veya birleştirici dilin kullanımı da ortaya koymayı amaç edinmektedir.
Aşırı sağcı ve beyaz üstünlüğünü savunan Brenton Harrison Tarrant tarafından 15 Mart 2019 tarihinde Yeni Zelanda’nın Christchurch kentinde Cuma namazı sırasında gerçekleştirilen terör eyleminin Afganistan uluslararası medyasında nasıl temsil edildiği; terör eyleminin kurbanları olarak Müslümanların ve ola- yın failinin söz konusu kuruluşların haberlerinde nasıl sunulduğu bu çalışmanın konusunu oluşturmaktadır. Müslümanlara yönelik olarak gerçekleştirilen ve faillerin Batılı olduğu terör eylemlerinin münferit eylemler olarak değerlendi- rilmesi ve failin de psikolojik sorunlarla çerçevelenmesi ilgili literatürün sıklıkla işaret ettiği bir durumdur. Bu verinin Afganistan’da yayın yapan uluslararası yayın kuruluşları açısından, Christchurch terör saldırıları özelinde geçerli olup olmadığı ya da ne ölçüde geçerli olduğu çalışmanın temel problemini teşkil etmektedir. Araştırma kapsamında VOA Dari, DW Dari, Özgür Radyosu, BBC Farsça ve Euronews Farsça gibi Afganistan uluslararası medyasının 15.03.2019- 27.08.2020 tarihleri arasında kendi internet sitelerinde olay ile ilgili yayınladığı yazılar, nitel araştırma yöntemi tekniklerinden doküman analiziyle ele alınmış elde edilen verilerin analiz edilmesinde içerik analizine başvurulmuştur. Analiz süreci, araştırma alt soruları bağlamındaki temalar doğrultusunda şekillendi- rilmiştir. Elde edilen veriler çerçevesinde söz konusu medya kuruluşlarının ola- yı direk olarak terör saldırısı şeklinde vermekten çeşitli tekniklerle ve mümkün olduğu kadar kaçındığı, eylemin failini doğrudan terörist olarak nitelendirme- diği bulgulanmıştır.
Yerel basın yayınlandığı bölge içerisinde yer alan farklı toplulukların sorunları- nı doğrudan ele alabilmesi açısından önemlidir. Akdeniz Çağdaş, Çağdaş Gaze- teciler Derneği Akdeniz Şubesi’nin yayını olarak 2002 yılının Ocak ayında An- talya’da “Gazetecilerin Gazetesi” sloganıyla çıkmaya başlamıştır. Bu çalışmanın amacı, gazetecilik meslek örgütü yayını olan ve bu yönüyle diğer yayın organ- larından ayrılan Akdeniz Çağdaş’ın içerikleriyle Antalya basınının durumunu ortaya koyarak basın tarihi araştırmacılarına yardımcı olmaktır. Literatür tara- masında basın tarihi araştırmalarında bibliyografya türündeki araştırmaların sayıca az olduğu görülmüştür. Kullanılan yöntem ve araştırma konusu itibarıyla alanyazın için özgün bir yer tutacağı düşünülen bu çalışma kapsamında, der- ginin bibliyografyası sunulmuştur. Doküman analizi yöntemiyle yapılan ince- lemede Akdeniz Çağdaş’ta 226 metnin yayınlandığı bulgulanmıştır. Doküman analizi verilerine ek olarak Akdeniz Çağdaş’ta farklı görevler üstlenen isimler- le dergi hakkında bireysel görüşmeler yapılmıştır. Bir bültenle başlayıp der- gi formatına geçen Akdeniz Çağdaş için içerik üreten isimler, yayın organının yerel basında örgütlenme üzerine sağladığı katkılar başta olmak üzere birçok noktaya değinmişlerdir. Katılımcıların ifadeleri Antalya basın tarihine de ışık tutmaktadır. Yayınlanan farklı türlerdeki metinlerin çoğunlukla gazetecilerin yaşadıkları sorunları yansıttığı görülmekle birlikte kent ve ülke sorunlarıyla il- gili içeriklere de yer verildiği tespit edilmiştir. Bu yönüyle kentteki yayıncılığa çeşitlilik katan ancak salt bununla kalmayıp kent belleği ve kimliği oluşumuna da önemli katkılar sunan Akdeniz Çağdaş , bir parçası olduğu yerel basının so- runlarından azade olamamış, düzensiz periyotlarda 7 sayı yayımlandıktan son- ra yayın hayatı sona ermiştir.
Bu araştırmada, süper kahraman temalı film türünde anti kahraman olgusunun inşasını, transmedya hikâye anlatıcılığı perspektifiyle ortaya koymak amaçlanmaktadır. Araştırma evrenini oluşturan Deadpool hikâye evreni çok sayıda mecraya tümleşik gelişim gösteren bir anti kahraman karaktere özgü unsurlar barındırmaktadır. Araştırmanın metodolojisi için niteliksel ve niceliksel içerik analizi yöntemi kullanılmaktadır. Yapılan analizler sonucunda anti kahraman Deadpool karakter inşasında transmedya hikâye anlatıcılığı yaklaşımının uygulandığı tespit edilmiştir. Araştırmada mecranın gelişim süreçleri incelendiğinde, Deadpool transmedya ekosisteminin 8 aşamadan oluştuğu görülmektedir. Bu ekosistemin gelişiminde mecranın yapısı ve üretilen içeriğin niteliği açısından boyut değişimleri saptanmıştır.
Digitalization has brought many new technologies. One of these technologies is artificial intelligence, which has started a new change process in public rela- tions. Some digital public relations duties are currently being performed using artificial intelligence, but it is still unclear what role this technology will play in the field's future. In this study, artificial intelligence is discussed in the context of digital public relations. In this vein, the primary purpose of this study is to identify new technologies and trends that may affect the future transforma- tion of public relations. According to the purpose of the study, expert opinions were used by applying the Delphi technique in the research part. The goal of the first round of this research, which consists of two rounds, was to gather as many opinions as possible from participants on the study's subject. In the second round of the research, the points on which the experts agreed and disagreed were determined. As a result of the research, experts agreed on 55 of 59 opin- ions and did not agree on 4. Depending on the findings of the research, digital public relations activities in the future will likely be based on human and artificial intelligence cooperation.
Tarihin her döneminde insanlar farklı nedenlerle anavatanlarından ayrılarak başka ülkelere göç etmek durumunda kalmıştır. Mart 2011’den itibaren Suri- ye’den Türkiye’ye kitlesel bir göç akını yaşanmış ve Mart 2023 itibariyle geçici koruma, ikamet, T.C. vatandaşlığı kazanma gibi nedenlerle Türkiye’de bulunan Suriyeli göçmenlerin sayısı 4 milyona yaklaşmıştır. İlk kuşak Suriyeli göçmenleri merkezine alan bu araştırma Türkiye’deki Suriyeli göçmenlerin medya kulla- nım haritasını çıkarmayı amaçlamaktadır. Araştırmanın evrenini İstanbul ilinde yaşayan Suriyeli göçmenler, örneklemini ise 348 kişi oluşturmuştur. Araştırma- da olasılıksız örnekleme türlerinden olan kartopu örnekleme ve uygun (elve- rişli) örnekleme tercih edilmiştir.
The media exposure has permeated all cultural features of societies; and since communication is in a close relation with cultural customs, it has a deep effect on people's beliefs, attitudes and knowledge. Television plays a significant part in creating and introducing culture and lifestyle. The purpose of this study was to investigate and compare the cultural values reflection on the national and in- ternational Persian TV cooking programs. The research method of this study was based on cross-cultural qualitative content analysis approach. In this research, data were analysed based on the method of Mayring (1983). To collect data, TV cooking programs from local and international Persian networks were selected as samples, which are explained in the research methodology section. The re - sults showed that the main contents of national TV cooking programs along with the presentation of food offered the culture of patriotism, the importance of religion, consumerism, and collectivism. The emphasized cultural contents of the national TV cooking programs were about globalism, religion reluctance, individ- ualism, and activism.
Bu çalışma, belgesel film estetiğinde yeterince çalışılmamış bir olguyu eksen almaktadır. Ses kuşağının oluşturulması sinemasal anlatıların bütün türlerinde ‘etkileşim tasarımı’ niteliğini taşır. Kurmaca filmlerde ses kuşağı tasarımının belirleyici öğesini ‘estetik boyut’ oluştururken, belgesel filmlerde bu öğeyi ‘bilgi- anlam-estetik’ bileşim boyutu oluşturur. Belgesel filmlerde konunun geçtiği çevre ve mekânlara ait ses peyzajlarının filmin ses kuşağının oluşturulmasında ne denli yansıtıldığı ve/veya yansıtılması gerekliliği çalışmanın ana problematiğini/sorunsalını oluşturmaktadır. Çalışmanın ana önermesini -birkaç kip hariç- belgesel filmlerin ses kuşağı tasarımında “kurucu rolün” kültürel coğrafya ve/veya ses peyzajı perspektifi üzerinden ele alınması gerekliliğidir. Kurmaca filmlerde ikincil derecede öneme sahip olmalarına karşın belgesel filmlerde bu bileşenlerin tasarımı birincil derecede öneme sahiptir. Nedeni de bu seslerin kültürel ve sosyal çağrışımlar taşımalardır. Bu çalışmada ses peyzajının belgesel filmlerdeki rolü incelenmiş; mekânsal ortamlar arka-plan sesler ve yer/uzam (kartografik) duyumsatma arasındaki karmaşık ilişkiler farklı filmlerle örneklendirilmeye çalışılmıştır. Daha somut verilere ulaşmak için iki film analiz nesnesi olarak ele alınmış, bu filmler ses-mekân-coğrafya ilişkileri üzerinden irdelenmiştir.
Bu çalışmada nörobilim teknikleri ile yapılan eko-etiket araştırmalarına dair literatür taraması yapılarak tüketici nörobilimi bağlamında eko-etiketlerin etkinliği değerlendirilmiştir. Bu çalışmanın amacı, Türkiye'de eko-etiketlerin etkinliğinin nörobilim teknikleriyle değerlendirildiği bir çalışmanın bulunmamasından kaynaklanan bu boşluğu doldurmaktır. Bu bağlamda nörobilim tekniklerinin kullanıldığı araştırmalara odaklanan bir literatür derlemesi sunularak eko-etiketlerin etkinliği değerlendirilmiştir. Yapılan araştırmalar, eko-etiketlerin sürdürülebilir tüketim davranışlarını teşvik etmede etkili bir araç olduğunu göstermektedir. Bireylerin açık ve örtük tepkilerini inceleme kapasitesi açısından tüketici nörobilimi, tüketici kararlarını anlamak için diğer yöntemlere göre daha güvenilir sonuçlar sunmaktadır. Bu çalışmada eko-etiketlerin çevre bilincinin artırılması ve sürdürülebilir üretim ile tüketim alışkanlıklarının teşvik edilmesinde etkili bir araç olarak kabul edilmesi gerektiği sonucuna varılmaktadır. Bunun yanı sıra nörobilim temelli araştırmaların sürdürülebilir tüketim politikalarının geliştirilmesi ve uygulanmasında önemli bir kaynak olarak kullanılması, bu politikaların etkinliğini artırma potansiyeline sahiptir.
Kitap incelemesi olduğu için özet metin yer almamaktadır.
Yeni medya platformlarının kullanıcılara sağladığı imkanlara ve kullanıcıların bu platformlar aracılığıyla gerçekleşen çevrim içi eylemleri üzerine olumlu/olumsuz birçok tartışma söz konusudur. Gündelik yaşamda bireylerin medya ve teknoloji ile ilişkisini ele alan Jenkins, dijital teknolojilerin ortaya çıkardığı dönüşümün sadece araçsal bir çıktı hazırlamadığını aynı zamanda kültürel, toplumsal, ekonomik ve küresel sonuçları da beraberinde getirdiğini belirtmektedir. Jenkins, alternatif ve demokratik bir mecra olarak tanımladığı dijital medya ortamlarının ortaya çıkması ile geleneksel medyada var olan pasif tüketici-okuyucu-izleyicinin yerini aktif “katılımcıların” aldığını ve dijital medyada var olan kullanıcıların artık ortak bir kültür oluşturarak bilgiyi üretir konuma geçtiklerini savunmaktadır. Böylece dijital mecralar kolektif zekayı oluşturarak kullanıcıları, aktif katılımcı konumuna getirmektedir. Jenkins’e göre yeni medyanın aktif katılımcıları, dijital platformlarda yer alan içeriğin üretiminden, tüketimine, dağıtımından bu içeriğin duyurulmasına kadar her aşamasında üretken ve göçebe bir konumdadır. Jenkins, “Yakınsama-Yöndeşme, Katılımcı Kültür, Transmedya” gibi kavramlar üzerinden yeni medyayı; kullanıcıların birbirleriyle istedikleri zaman iletişime geçtikleri, fikir alışverişinde bulundukları, kendi içeriklerini oluşturabildikleri ve her an etkileşimde kalabildikleri demokratik bir mecra olarak karakterize etmektedir. Çalışmada, Jenkins’in günümüzde yakınsama, katılımcı kültür ve transmedya hikâyeciliği gibi tartışmalara konu olan kavramsallaştırmaları irdelenerek, dijital medya platformlarının ve yeni katılımcıların özelliklerini Jenkins’in bakış açısıyla ortaya koymak amaçlanmaktadır. Çalışma ayrıca Jenkins’in yeni medya üzerine tartıştığı kavramları Türkçe’ye çevrilmemiş eserlerinden örnekler ile irdeleyerek alana katkı sağlama amacı taşımaktadır.
Bu yazı Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında izlenen iletişim politikalarını değerlendirmek için yazıldı. Amacı Cumhuriyet’in ilk yıllarında geliştirilen iletişim politikalarını açıklamak; bunlara ilişkin yanlış ve haksız yorumların gözden geçirilmesini sağlamaktır.
Türkiye'deki Sünni dindar kesimin İslam’da müziğin yasaklandığına ilişkin inancı, 1980 sonrasında büyük bir değişime uğramıştır. Bu dönemde, Sünni dindar kesimin söylemlerini müzik dili ve üslubuyla aktarmaya çalışan İslami popüler müzik türü ortaya çıkmıştır. İslami popüler müzik türünün ortaya çıkması ile dini müziklerde birçok müzik aleti kullanılmaya başlanmıştır. Literatürde günümüz dindar gençlerin hem İslami popüler müzik ile olan ilişkilerine hem de müzik dinleme pratiklerine dair çok az sayıda çalışmanın yapıldığı görülmüştür. Bu çalışma, müziğe mesafeli yaklaşan Nakşibendi geleneğine mensup genç ve genç yetişkin erkek bireylerin hem İslami popüler müzik ile olan ilişkilerini hem de genel olarak müzik dinleme pratiklerini derinlemesine incelemektedir. Araştırma sonucunda, katılımcıların küresel ölçüde tanınan ve din temalı eserler üreten Maher Zain ve Sami Yusuf gibi sanatçıların yanı sıra halk müziği ve rap türünde üretim yapan sanatçıları dinledikleri görülmüştür. Ayrıca, katılımcıların gündelik hayat içerisindeki müzik ile olan ilişkileri üzerinde dini inançlarının yanı sıra doğdukları şehirlerin, yaşadıkları mekânların, eğitim düzeylerinin ve etnik kökenlerinin etkili olduğu ortaya çıkmıştır. Katılımcıların, Nakşibendilik geleneğindeki müzik ve sese dair kuralları kısmen takip etmekle birlikte müziği çağa bağlı olarak geniş bir yelpazede ele almaya başladıkları tespit edilmiştir. Fakat katılımcıların kadın sesine ve kadının müzikteki varlığına dair olumsuz yaklaşımlarının devam ettiği saptanmıştır.
Sosyal ağ siteleri (SAS), bireylerin hem çevrimdışı hayatta hem de çevrimiçi ortamda tanıdıklarının bir araya geldiği yerlerdir. Kullanıcı olarak bireyler SAS’da yer alan profilleri üzerinden çeşitli paylaşımlar yapmaktadır. Instagram, hem dünyada hem de Türkiye’de popüler olan bir SAS’dır. Instagram, 2018 yılından bu yana hikâye paylaşımlarına “yakın arkadaş” özelliğini getirmiştir. Bu özellik kullanıcıların yayınladıkları hikâyelerin sadece belirli bir grup tarafından görüntülenmesini sağlamaktadır. Bu çalışmanın amacı, Instagram’da “yakın arkadaş” özelliği kullanımının nedenlerini ve bu özelliğin kullanımının nasıl algılandığını anlamaktır. Araştırmada nitel yöntem uygulamalarından fenomenolojik desen kullanılmıştır ve amaçlı örneklem tercih edilmiştir. Veriler iki aşamalı olarak toplanmıştır. Birinci aşamada 200 kişiye ulaşılmış ve Google Formlar’da oluşturulan bir soru formu ile nitel veriler toplanmıştır. İkinci aşamada ise birinci aşamaya katılan 15 kişi ile derinlemesine görüşme yapılmıştır. Araştırma sonucunda elde edilen verilerin bazılarını şöyle ifade etmek mümkündür: Yakın arkadaş özelliğini kullanan katılımcıların Instagram’da “yakın arkadaş” listesinde yer alan kişiler sadece çevrimdışı hayatta yakın arkadaşı olan kişiler değildir. Katılımcılar “yakın arkadaş” listelerini belirlerken kapsamaya ya da dışarıda bırakmaya odaklanmaktadır. Kapsama için öne çıkan temalar şöyledir: İdeolojik yakınlık, benzer hayat tarzı, yargılanmama. Dışarıda bırakma nedenleri ise aile / akrabalar, iş ilişkileridir. Katılımcılar başkalarının “yakın arkadaş” belirlemelerine ilişkin gözlemlerinde ise hayat tarzı ve bununla bağlantılı olarak alkol kullanımını belirtmişlerdir. Katılımcılar, genellikle başkalarının “yakın arkadaş” listesinde olmaktan rahatsız olmadıklarını ifade etmiş ve “yakın arkadaş” listesini güvenli alan olarak tanımlamıştır. “Yakın arkadaş” özelliğini kullanmayan katılımcılar ise başkasının listesinde bulunmaktan memnun olmadıklarını ya da nötr olduklarını söylemiştir.
Türkiye’de deprem haberciliğini akademik bir perspektif ile değerlendirerek alana katkı koymak amacıyla Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölüm Başkanı Prof. Dr. Süleyman İrvan ile bir söyleşi gerçekleştirilmiştir. 6 Şubat 2023’te yaşanan depremlerin ardından Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi tarafından yayımlanan Deprem Haberciliği Rehberi ’nin hazırlanmasına da öncülük eden Prof. Dr. İrvan, Türkiye’de deprem haberciliğini ve son dönemde yapılan deprem haberciliği faaliyetlerini yorumlamıştır. Ayrıca, medya ve etik ilişkisi üzerine kaleme aldığı yazılar ve yaptığı çalışmalar ile gazeteciliğe yeni bir boyut kazandıran Prof. İrvan, deprem haberciliğini gazetecilik etiği bağlamında da irdeleyerek konunun çeşitli yönlerine ışık tutmuştur.
Toplumsal cinsiyet rolleri çerçevesinde erkeklik, inşa edilen bir alan olarak ön plana çıkmaktadır. Erkekliğin inşası süreci, iktidar ilişkilerin beslendiği kaynakları ve ataerkil sistemin dayandığı zemini açığa çıkarmak bakımından da oldukça önemlidir. Zira eril tahakküm, iktidar konumunu kaybetmemek ve yerini sağlamlaştırmak amacı doğrultusunda egemen erkeklik değerleriyle şekillenen toplumsal ilişkileri “ideal düzen” biçiminde sunmaktadır. Bu çalışmanın odak noktasını, toplumsal cinsiyet bağlamında “erkeklik” nosyonu, inşa pratikleri, gündelik söylemlerde yeniden üretilen eril iktidar stratejileri oluşturmaktadır ve erkekmerkezli alana dair bir çalışma söz konusudur. Toplumsal cinsiyet olgusuyla ilgili Türkiye’de “kadın” kimliğine yönelik çalışmalar, “erkek(lik)” çalışmaları göz önüne alındığında kuşkusuz daha yoğunluktadır. Dolayısıyla bu açıdan bakıldığında, -yeterince keşfedilmemiş bir alan olan- erkeklik nosyonunu ve eril inşa pratiklerini incelemek daha da ilgi çekici bir hal almaktadır. Bu makalenin kapsamı gereği çalışma, eril alışkanlıklar ve erkeklerin dünyasına ilişkin kuramsal bir yaklaşım ile sınırlı kalmaktadır. Bununla birlikte, bu makale eleştirel erkeklik çalışmaları konusunda daha ileri araştırmalara katkıda bulunmayı amaçlamaktadır ve erkeklik incelemelerine ilişkin teorik bir çerçeve sunmaktadır.
Gündelik yaşamın pek çok alanında kullanılan mobil cihazlar, çeşitli uygulamalar aracılığıyla kullanıcının deneyim ve tercihlerine ilişkin verilerin toplanmasında etkin olan araçlardır. İçerik üreticileri tarafından zaman ve mekân sınırı olmaksızın kullanıcıya içerikleri iletme olanağı sunan mobil cihazlar, zamanla kullanıcıların habere eriştiği ana mecralar haline gelmiştir. Günümüzde, başlıca haber kaynağının çevrimiçi kaynaklar olduğu Türkiye’de, temel gelir modeli reklama dayalı olan dijital ana akım haber medyası, kullanıcı etkileşim oranları ve trafiklerini yüksek tutmak için tüm mecraları etkin şekilde kullanmaya yönelmiştir. Google Haberler, Flipboard, Bundle gibi, farklı kaynaklardan haberleri derleyip kişiselleştirme algoritmalarıyla kullanıcılara sunan haber uygulamalarından faydalanan medya kuruluşları, kendi uygulamalarını da geliştirmiştir. Bu çalışmada, SimilarWeb Haber ve Medya kategorisinde, aylık ziyaret sayısına göre üst sıralarda gelen Sözcü, Hürriyet, Sabah ve Habertürk’ün mobil uygulamaları incelenmiştir. Halihazırda mülkiyet yoğunlaşması olan Türkiye’deki medya endüstrisinde mevcut güç ilişkilerinin dijital medya ortamında da sürdüğü varsayımından hareket eden bu araştırmada; anlık bildirim (push notification) yoğunluklarının gündeme göre ve uygulamalar arasında farklılaştığı görülmüş, uygulamalarda çokça hatayla karşılaşıldığı ve bildirim yoğunluğunun kullanıcı deneyimine zarar verdiği sonucuna varılmıştır. Anlık bildirimlerde politika haberleri ağırlıktayken, öne çıkarılan aktörler Cumhurbaşkanı Erdoğan ile bakanlar olmuştur. Ana akım medyanın içeriklerini kullanıcının gündelik hayat temposunda sürekli baktığı yere taşıma olanağı sağlayan mobil uygulama bildirimlerinin, toplumdaki egemenlerin ve siyasal iktidar temsilcilerinin mesajlarının iletildiği alanlar olduğu görülmüştür.
İletişim araştırmalarında medyanın ekonomik yönüne duyulan ilgi, toplumsal yönüne duyulan ilgiye kıyasla her zaman biraz geride kalmıştır. Ancak teknoloji şirketleri ile medya şirketlerinin sınırlarının birbirine karışması, medya tüketicilerinin tercihlerindeki radikal değişimler, yıllardan beri uygulanan iş modellerinin bir süredir geçerliliğini yitirmiş olması gibi büyük değişimler medyaya ekonomik gözle bakılmasını adeta zorunlu kılmaktadır. Medya ekonomisi ve işletmeciliği; ülkemizde basın ekonomisi ve işletmeciliği, medya ekonomisi ve işletmeciliği, medya ekonomisi, medya işletmeciliği adlarıyla 21 üniversitede gazetecilik bölümleri altında bir anabilim dalı olarak yer almaktadır. Ancak lisansüstü düzeyinde eğitim sadece Marmara Üniversitesi ve Ege Üniversitesi’nde verilmektedir. Bu çalışmanın amacı, bu alanda üretilen lisansüstü tezleri tespit ederek bibliyometrik analize tabi tutmak, böylece gelecekte bu alanda yapılacak araştırmalara ışık tutmaktır. Çalışmada, YÖK Ulusal Tez Merkezinde detaylı tarama yapılarak 1995-2022 yılları arasında yayınlanan 149 teze ulaşılmıştır. Bu tezlerden 148 tanesinin Marmara Üniversitesi’nde, 1 tanesinin Ege Üniversitesi’nde üretildiği; üretilen tezlerden 31 tanesinin doktora, 118 tanesinin yüksek lisans seviyesinde olduğu; doktora tezlerinin ortalama 286,5 sayfa, yüksek lisans tezlerinin ortalama 161,3 sayfa olarak hazırlandığı tespit edilmiştir. Toplamda 877 anahtar kelime üzerinde yapılan analizde, basın kelimesi içeren 165, medya kelimesi içeren 110, ekonomi-finans-kriz kelimelerini içeren 65, gazete kelimesini içeren 47, haber kelimesi içeren 28, televizyon kelimesini içeren 23, reklam kelimesini içeren 20, pazarlama kelimesini içeren 19 anahtar kelime bulunduğu belirlenmiştir. Teknoloji, Türkiye, işletme, marka-imaj, analiz, kalite kelimeleri ve sahiplik yapısına dair kelimeler sık kullanılan anahtar kelimeler arasında yer almıştır. Buna karşılık yüksek lisans seviyesinde ele alındığı halde doktora çalışmalarında henüz ele alınmamış, hem doktora hem yüksek lisans seviyesinde sadece bir kez ele alınmış çok sayıda anahtar kelime bulunmaktadır. Bu durum, alanda henüz derinlemesine araştırma potansiyeli taşıyan pek çok konu olduğuna işaret etmektedir.
Tüm dünya kentleri gibi İstanbul da tarih boyunca bir “göçmen kenti” olur. Cumhuriyet tarihinin ilk yıllarından itibaren kente göç süreci zayıftır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kırsal bölgelerin yapısal karakterinde değişim başlar. 1950 sonrasında yaşanan kitlesel göç hareketiyle de kentleşme ve kent yeni bir hâle bürünür. 1980’lerin ikinci yarısında ise kentlere “travmatik göçle” Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan gelenler büyük şehirlerde yeni yoksulluk mekânlarında yaşamlarını sürdürür. İşte bu yaşanan dönüşümlerin bir biçimde görünür kılındığı alanlardan biri de sinemadır. Türk sinemasında 1980 sonrasında çekilen iç göç filmlerinde İstanbul’un nasıl temsil edildiğini irdelemeyi amaçlayan bu çalışmada film çözümlemesinde iç göç sürecinin tarihsel sosyolojik verileri ve trope’lar kullanılmıştır. Talihli Amele (Atıf Yılmaz, 1980), At (Ali Özgentürk, 1982), Yosma (Orhan Elmas, 1984), Çaresizim (Melih Gülgen, 1984), Bir Avuç Cennet (Muammer Özer, 1985), Züğürt Ağa (Yavuz Turgul, 1985), Bir Küçük Bulut (Faruk Turgut, 1990), Uzak (Nuri Bilge Ceylan, 2002), Güneşi Gördüm (Mahsun Kırmızıgül, 2009) ve Uzak İhtimal (Mahmut Fazıl Coşkun, 2009) filmlerinde İstanbul, ölümün, kayıpların ve mücadelenin verildiği bir kent hâline gelir. Filmlerin kendisi bu gerçeği dile getirir. Yaşayanların değil ölülerin kentidir İstanbul!
Toplumsal cinsiyet çalışmaları daha çok kadın çalışmalarıyla eş tutulmuş ve bu yüzden alana yönelik incelemeler sınırlı kalmıştır. Fakat ilerleyen dönemlerde erkeğin toplum içerisindeki iktidarını ve konumunu anlamlandırmak/anlamak için erkeklik çalışmaları gelişmeye başlamıştır. Erkeklik çalışmaları, erkek üzerindeki toplumsal baskıyı görünür kılabilmekte ve farklı erkeklik kimliklerinin mümkün olabileceğini ortaya çıkarmaktadır. Toplumsal olandan etkilenen sinema filmlerinde ise erkek karakterler güçlü ve tahakkümcü özellikleriyle değil aksine güçsüz ve edilgen olarak yansıtılmakta ve bu durumda erkeklik krizi kavramıyla açıklanmaktadır. Bu çalışmada, erkeklik krizi kavramının Türk sinemasına yansıması incelenmektedir. Türk sinemasında hegemonik erkekliği yansıtan filmlerin 1970’ten günümüze kadar devam edegelen süreçte nasıl şekillenip eril krize dönüştüğü, incelenen filmlerle değerlendirilmiştir. Erkek karakterlerin yaşadığı eril kriz film analizinde kullanılan başlıklandırma yöntemiyle ortaya çıkarılmış ve erkeklik kimliğinin geçirmiş olduğu değişim, filmlerin karşılaştırılmasıyla anlaşılır kılınmaya çalışılmıştır. Filmlerin incelenmesinde ise tarihsel çözümleme yöntemi kullanılmıştır. İncelenen filmler doğrultusunda hegemonik erkeklik olarak kabul edilen özelliklerin dönemsel olarak değiştiği ve böylece yeni bir erkeklik mitinin inşa edildiği; diğer yandan erkeklik krizi kavramının egemen erkeklik modellerindeki dönüşüme işaret ettiği söylenebilir.
Pinball games may have lost their popularity over time; however, developers revived their features inside other video games or completely renovated them. While arcade pinball machines offer limited gameplay, digital pinball can be much more flexible. Nevertheless, according to the author’s preliminary investigation, academic research is lacking in pinball gaming. This artistic paper attempts to close this gap by shedding light on experimental digital pinball games. Moreover, the author focuses on music visualization features of digital pinball games, and he developed an experimental pinball video game concept based on synaesthesia by answering a simple question, “How does a classical music-based pinball video game would look like?”.
Bu çalışmada Türkiye’de neoliberal yönetimselliğin merkez medyasında yer alan ekonomi haberleri üzerine yansımalarını tartışmak amaçlanmıştır. Çalışmanın sahip olduğu bu amaç doğrultusunda merkez haber medyasından olan Hürriyet ve Sabah gazeteleri örneklem olarak seçilmiştir. Bu bağlamda çalışmada Hürriyet ve Sabah gazetelerinin tercih edilmesinin sebebi araştırmanın nesnesi olan bu iki gazetenin ideolojik temayülünün “merkez medya” konumunda yer almasıdır. Bunun yanında bu iki gazetenin hem merkez haber medyası içerisinde tiraj sayılarının yüksek olması hem de elde edilen verilere göre en çok ziyaret edilen haber siteleri arasında ilk 5’te yer alması göz önünde bulundurulmuştur. Dolayısıyla hem tiraj hem site trafiği bağlamında değerlendirildiğinde de bu iki gazetenin seçilmesi uygun görülmüştür. Bu iki gazetede yer alan, neoliberal yönetimselliğin ekonomi haberlerine yansıması konusu, Türkiye’de ekonomik gündemin dalgalandığı ve çeşitli tartışmaların zirveye ulaştığı Şubat 2022 – Mart 2022 tarih aralığında yayınlanan ekonomi haberleri üzerinden analiz edilmiştir. Seçilen ekonomi haberleri karma bir yöntem kullanılarak çözümlenmiştir. Bu doğrultuda çalışmada ağırlıklı olarak ekonomi haberleri Norman Fairclough’ın eleştirel söylem çözümlemesi yöntemiyle çözümlenirken, bazı yerlerde nicel içerik analizine de başvurulmuştur. İlgili tarihler arasında yer alan ekonomi haberleri Sabah ve Hürriyet gazetelerinin web sayfaları üzerinden “rekabet”, “yatırım”, “özelleştirme”, “sermaye”, “girişim”, “yoksulluk” anahtar kelimeleri aratılarak bulunmuştur. Çözümlemeye konu olan haber metinlerinde öne çıkan konular, kelime seçimleri, temalar, konu başlıkları ve aktörler eleştirel ekonomi politik bir perspektiften ele alınmıştır. Sonuç olarak çalışmada merkez haber medyasının haberciliğin kamusal sosyal sorumluluk anlayışından uzaklaştığı, iktidar ilişkileriyle olan bağı sebebiyle bağımsız olma özelliğini yitirdiği ve neoliberal yönetimsellik söylemini yeniden ürettiği sonucuna ulaşılmıştır.
Haber toplumlar için önemli bir bilgi biçimidir. Bireylerin haberdar olması bireysel ve toplumsal düzeylerde daha doğru kararlar verebilmeleri için bir gerekliliktir. Ancak özellikle son yıllarda habere gösterilen ilgi zayıflamaya başlamıştır. Haberden kaçınmak dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yıllar içinde giderek artan bir eğilim olarak belirmektedir. Özellikle gençlerin habere olan ilgisi oldukça düşüktür. Bu durumun birçok nedeni olmakla birlikte alanyazında en sık tekrar eden nedenler arasında çok fazla habere maruz kalmak, gündemin büyük oranda olumsuz olması, gazeteciliğin güven kaybı, gibi faktörler yer almaktadır. Bu çalışmada haberden kaçınma eğiliminin nedenleri araştırılmıştır. Lisans ve lisansüstü eğitim almakta olan öğrencilerle derinlemesine görüşmeler yapılmış ve kendi deneyimleri çerçevesinde neden haberden uzak durdukları anlaşılmaya çalışılmıştır. Sonuç olarak özellikle genç bireylerin haberden uzak durma nedenleri gazetecilik içinde ortadan kaldırılabilir nedenler olarak gözükmektedir.
With the opportunities offered by Metaverse, brands operate in a market area that tends to expand and become more interactive. In such a market, the interaction between influencers and their followers takes place within the framework of a new business model. In this study, in order to evaluate the influencer marketing activities in Metaverse, the brand and influencer collaborations of Paris Hilton with Superplastic, Boohoo, and Levi’s, were examined with the case study and the semiotic analysis method of Roland Barthes. The analysis results showed that influencer marketing in Metaverse seems to be more creative and flexible with higher interaction due to the vast opportunities offered as a consequence of using the virtual worlds and avatars on different platforms. When it comes to users, it is observed that followers are given a real-time interaction opportunity in online virtual environments, that content forms are created in a way which is experienced through gamification; and that further opportunities are offered to develop a closer interaction between the user and the influencer avatars, and other possibilities such as purchasing digital assets and winning awards. In the Metaverse, brands appear to benefit from such opportunities as developing parallel marketing strategies between the physical world and the virtual world, preparing effective advertising campaigns with the creative potential of the virtual world, coming up with solutions to difficulties such as payment problems and counterfeiting in influencer marketing by relying on blockchain technology on the basis of Web 3.0 infrastructure, apart from selling digital products and NFTs.
This study focuses on a COVID-19 disinformation video promoting hydroxychloroquine as a cure, while dismissing other promoted preventive behaviours. It examines the virality of the video among Nigerians, their convictions on claims made, and likely behaviour in the possibility of suspected COVID-19 infection. The study was premised on the Availability Cascade Effect which predicts a higher tendency for people to believe viral information, especially when supported by individuals considered experts on the issue being promoted. It adopted the survey research method, using snowball sampling. Data for the study was gathered electronically online from 222 participants who responded to survey. The snowball sampling method was adopted by the researcher due to movement restrictions in the country occasioned by the ravaging COVID-19 pandemic at the time of data collection. Findings from the study show that over 90 percent or respondents were aware of the video, but with limited shares. Despite repeated fact-checks, those who still believed the claims were found more likely to try hydroxychloroquine than those who do not. Respondents were mostly positive on adhering to promoted COVID-19 preventive measures despite the contrary claim in the video. The virality of the video, compared to its fact-checks, supports the need to stop misinformation from spreading very early. Hence, there must be sustained efforts to continuously track misinformation in the public space, and strive to stop its spread immediately.
Pop müziğin 1950’li yıllardan itibaren gelişimi ve yaygınlaşması müzik ve radyo yayıncılığı arasındaki ilişkiyi dönüştüren önemli bir unsur olmuştur. Bu dönüşüm özellikle yayıncılık alanında kamu tekellerinin olduğu Avrupa ülkelerinde belirginleşmiştir. Pop müzik kamu hizmeti yayıncılarının popüler müzik türleri karşısındaki tutumlarını ve daha genelde de hâkim yayıncılık anlayışlarını sorgulayan bir sürecin ortaya çıkışında önemli bir rol oynamıştır. Bu bağlamda, Türkiye’de “hafif Batı müziği” olarak adlandırılan bu türün 1950’li yıllardan itibaren gelişip yaygınlaşmasının radyo yayıncılığı açısından taşıdığı anlamı sorgulamak önem kazanmaktadır. Bu çalışmada 1950’li yıllardan 1970’li yıllara kadar olan süreçte pop müziğin gelişiminin resmi kültür politikaları temelinde biçimlenen radyo ve müzik ilişkisini nasıl etkilediği araştırılmaktadır. Pop müziğin radyolarda yer alışının radyo yayıncılığının kurumsal ve kültürel konumlanışı açısından taşıdığı anlam sorgulanmaktadır.
The main purpose of this study is to examine the statements of the leaders of Russia and Ukraine about the war through critical discourse analysis. The research data were obtained from Anadolu Agency between February 24, 2022, and August 10, 2022. Data from secondary sources; thematic analysis, situation analysis, sentence structures, word choices, and persuasion strategies. Research findings show that Putin preferred to use authoritarian language emphasizing "power" as they would determine the course of the war, while Zelensky preferred a discourse emphasizing that the war is continuing on his soil; therefore, Ukraine is "right" in any case.
Yönetimin eylem ve işlemlerinin halka açıklığı, hesap verebilirlik, şeffaflık, siyasal katılım ve bilgi edinme hakkı; halkla ilişkilerde, devlet-yurttaş ilişki ve etkileşiminde öne çıkan kavramlardır. Makalede, Türkiye’de, Covid-19 Pandemisi sürecinde de önemli yerleri olan, T.C. Sağlık Bakanlığı, T.C. İçişleri Bakanlığı ile T.C. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın, bilgi edinme hakkı kapsamındaki uygulamalarının, “aktif şeffaflık” ve “pasif şeffaflık” ölçütleri temelinde değerlendirilmesi amaçlanmaktadır. Tüm veriler, nitel içerik analizi yöntemi ile değerlendirilmiştir; tanımlayıcı ve ilişkisel bulgulara odaklanılarak kesitsel araştırma deseni kullanılmıştır. Sonuç olarak, Covid-19 Pandemisi sürecinde, T.C. Sağlık Bakanlığı, T.C. İçişleri Bakanlığı ile T.C. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının hem aktif hem de pasif şeffaflık ölçütleri çerçevesinde önemli hizmetler sunduğu görülmektedir. Bununla birlikte, yurttaşların bilgi edinme hakkından daha etkin biçimde yararlanmalarını sağlamak bakımından söz konusu bakanlıkların atmaları gereken adımların olduğu da belirtilmelidir.
Osmanlı Devleti’ndeki finansal sistem, İslam hukuku çerçevesinde şekillenirken, özellikle klasik dönemde yerel düzeyde kalmış, Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra ise merkezî bir hal kazanarak kurumsallaşma sürecine girmiştir. Klasik dönemde finansal araçlara vereceğimiz örneklerin başında orta sandıkları, avarız vakıfları, para vakıfları gelmektedir. 15. yüzyılın ilk çeyreğinde kurulan, kişinin menkûl malını vakfederek hayır amaçlı kullanılmasını sağlayan para vakıfları, bölgesel finans araçlarından biridir. Para vakıfları ile bölge halkının nakit ihtiyacı karşılanırken, ekonomik olarak hareketlenme de hedeflenmiştir. Söz konusu finans kaynaklarının devamı ise eytam sandıklarıdır. Toplumdaki yetim çocukların malları ile oluşturulan eytam sandıkları, para vakıfları geleneğinin devamı şeklinde, nakit para ihtiyacı olan kişilere bir banka işlevi görerek borç para vermişlerdir. Eytam sandıklarının yapılanma tarihi tam olarak bilinmemektedir. Bununla birlikte Osmanlı Devleti’nde ailesini kaybetmiş çocukların sosyo-ekonomik haklarını korumak amacıyla kurulmuştur. Eytam sandıkları, yetim çocukların ebeveynlerinden kendilerine intikal eden malları fon olarak alıp işleten yapılar idi. Hem yetim paralarını işletme hem de bölgesel finans kaynağı ile kredi imkânı amacı taşıyan sandıklar, zaman içerisinde kötü niyetli çalışanlar ve vasilerin hilelerine maruz kalınca, 1850 yılından sonra merkezden kontrol edilmek istenmiştir. Bu maksatla 1851 yılında sandıkları denetlemek amacıyla Eytam Nezareti kurulmuştur. Eytam sandıklarının sermayesi, vefat eden anne babanın çocuklarına bıraktıkları her türlü para, mücevherat, vakıf gelirleri, ev, bağ, bahçe, tarla, çiftlik gibi vb. akarlardan oluşmuştur. Nakit para ve mücevherat, sandıklara devredilmiştir ve belli nemalar ile nakit para talebinde bulunan kişilere, gösterecekleri teminat karşılığında borç para verilmiştir. Bedestenlerde muhafaza edilen sandıkların Eytam Nezareti binasına nakledilmesi istense de eski gelenek devam ettirilmiş ve bedestenlerde muhafaza edilmiştir. Öncelikle esnaf, tüccar, kuyumcu olmak üzere pek çok kişi ihtiyaçları çerçevesinde eytam sandıklarından nakit para talebinde bulunmuşlardır. 1851 yılından önce dağınık halde bulunan ve kuralsız çalışan sandıklar, bu tarihten itibaren belli kurallar ve sınırlamalar ile faaliyet göstermiştir. 1851 Eytam Nizamnamesi’nin kuralına göre herkese borç veren sandıklar, bundan böyle çalışanlarına ve yetimlerin vasilerine borç vermemiştir. Bu sınırlama 1906 yılına kadar devam etmiş olmakla beraber, bu tarihten sonra da yine belli kural ve sınırlamalar ile borç para vermişlerdir. Yetim çocuk reşit yaşa geldiğini ispat ettikten sonra sandıkta biriken paralar, çocuğa kadı huzurunda teslim edilip hesabı kapatılmıştır. Bizler bugün, borçların kaleme alındığı hesap defterlerinden hangi bölgede ne kadar sandık olduğu ve ne şekilde çalıştıklarına dair bilgiler elde edebilmekteyiz. Üsküdar şer’iyye sicillerinde yer alan eytam sandıkları muhasebe kayıtlarının incelenmesiyle oluşan yetim mallarının finansal kullanımına dair bu çalışma, eytam sandıklarının oluşumu ve işleyişi hakkında bilgiler sunmaktadır. 1850-1856 yılına ait Üsküdar eytam sandıklarının borç kayıtları incelendiğinde, sandıkların nizamname kurallarına değil, para vakıflarındaki vakfiyelerin kuralları ve usullerine göre hareket ettiği tespit edilmiştir. Kanaatimizce bir finansal araç olarak değerlendirilebilecek Üsküdar eytam sandıkları, nizamname kurallarına uyum sağlamakta gecikmiş, para vakıfları kurallarını terk edememiştir. Sandıklardan para talep eden ve borç alan kişiler, vade süreleri ayrıca nema oranları gibi hususlarda 1851 Eytam Nizamnamesi ve Eytam Sandıkları Nizamnamesi kurallarından bağımsız hareket etmişlerdir. Söz konusu hususların somut örnekler ve istatistiksel verilerle aktarıldığı bu çalışma, Üsküdar yetimlerinin sandıklarında yapılan muameleleri göstermeyi hedeflemektedir. Kanaatimizce özellikle Eytam Nezareti’nin kurulduğu ilk yıllarda, farklı bölgelerde de para vakıflarını devam ettiren eytam sandıkları mevcuttur. Bu husus müstakil çalışma konusudur. Zamanla taşrada faaliyet gösteren eytam sandıkları, nizamname kurallarının dışına çıkabilmiştir.
Founded by the Turkish government in 1932, the Turkish Language Association had the aim of heading linguistic research concerning the Turkish language and its vocabulary. This research often led to campaigns –initiated by the Turkish Language Association itself– aimed at encouraging journalists, writers, and teachers to replace words of Arabic or Persian etymology with Turkish equivalents. The newspapers of the time represented one of the means through which the authorities promoted the language reform. In this regard, Cumhuriyet and Vakit represented two of the most popular newspapers of the era. Through an etymological analysis of the words in news published in Cumhuriyet and Vakit between 1932 and 1942, the aim of this article is to evaluate the results of the Turkish language reform in terms of the purification of the Turkish vocabulary during the first ten years of activity of the Turkish Language Association. Moreover, this study aims to show that in the texts examined the percentages of words originating from Arabic, Persian and Turkish remained constant throughout the period considered.
Teknolojik gelişmelerin hız kazandığı günümüzde, kuruluşlar da bu değişimden etkilenmekte ve dijital dönüşüm süreçlerini hızlandırmaktadır. Bu açıdan örgütlerin dijital evrimin hangi aşamasında bulunduğunu tespit etmek günümüzdeki teknoloji merkezli hızlı değişimleri anlamak bakımından büyük önem taşımaktadır. Vakıf üniversitelerinin kamu üniversitelerinden farklı olarak yoğun rekabet koşullarına sahip olmaları, örgütsel amaçlarına ulaşmada paydaşlarıyla etkili bir iletişim geliştirmelerini gerekmektedir. Bu anlamda, vakıf üniversiteleri eğitim kalitelerini artırma, öğrencilere daha iyi olanaklar sunma gibi becelerin yanısıra dijital iletişim dönüşümünü de amaçlamaktadırlar. Vakıf üniversitelerinin sosyal medya kullanım düzeylerinin incelenmesi ve ne ölçüde bir performans gösterdiklerinin belirlenmesi bu bağlamda çalışmanın amacını oluşturmaktadır. 2023 yılı verilerine göre 600 binin üzerinde öğrenciye lisans eğitim hizmeti sunan vakıf üniversiteleri, Türk yüksöğretiminde önemli bir konuma gelmiştir. Buradan hareketle, araştırmada Türkiye’de eğitim çalışmalarını sürdüren 78 vakıf üniversitesinin en çok kullandığı sosyal medya araçları (Facebook, Instagram, Twittwer ve Youtube), içerik analizi yöntemiyle incelenmiştir. Elde edilen sayısal veriler çok kriterli karar verme tekniklerinden biri olan TOPSIS yardımıyla istatistiki işlemlere (normalizasyon, ağırlıklandırma, ideal değerler oluşturma, pozitif ve negatif uzaklıklık değerleri oluşturma, ideal çözümü tespit etme vb.) tabi tutulmuş ve gerek her bir sosyal medya aracı için gerekse genel toplam için vakıf üniversitelerinin sosyal medya performans sıralamaları oluşturulmuştur. Araştırma bulguları, vakıf yükseköğretim kurumlarının büyük bir çoğunluğunun 4 sosyal medya aracını da kullandığını göstermiştir. Bununla birlikte her bir sosyal medya aracındaki performans sıralamaları farklılıklar göstermektedir. Genel performans sıralamasında İhsan Doğramacı Bilkent, İstanbul Medipol ve Üsküdar üniversiteleri ilk üç sırayı almıştır. Yapılan korelasyon analizleri ile sosyal medya performansı ve vakıf yükseköğretim kurumlarının yapısal özellikleri arasında bazı anlamlı ilişkiler tespit edilmiştir.
Kadın, güçlü olduğu avcı toplayıcı toplum yapısından yerleşik hayata geçiş ve sonrasında modern toplum düzeninde farklı coğrafyalarda farklı biçimlerde konumlandırılmıştır. İnsanlığın tarihi incelendiğinde medeniyetin erkeklerle kadınların ortak mücadeleleri sonucu ortaya çıktığı görülecektir. Ancak zaman içinde yaşam biçimlerinde ve üretim ilişkilerinde yaşanan değişiklikler kadınların konumlarındaki değişimleri de beraberinde getirmiştir. İnsan toplumunun gelişiminde belli bölgelerde kadının gücü ve etkinliği süreklilik gösterse de dünya genelinde kadının konumunun oldukça değiştiği görülmektedir. Bu çalışmanın konusu antik dönemlerde kadının hükümranlığının temsili olan Tomris Hatun’dur. Bu önemli kadın figürü üzerinden kadının sinemadaki temsili üzerine yoğunlaşılmaktadır. Film amaçlı örneklem ile seçilmiştir. Türk kültürüne özgü özellikleri yansıtması ve Tomris’in ilk kadın hükümdar olarak kabul edilmesi bu bağlamda belirleyici olmuştur. Çalışmada, anlatı çözümlemesi yöntemi kullanılmıştır. Bu kapsamda yapılan araştırmada; Eski Türklerde, kadının yeri, idari ve askeri konumu daha önce yazılmış literatür üzerinden incelenmiş, Heredot’tan itibaren pek çok anlatıya konu olan Tomris Hatun’un temsil biçimleri gözden geçirilmiştir. Yapılan incelemelerde filmlerin tarih anlatısını desteklemekte ve senaryolaştırma aşamasında tarihi bilgilerin referans alındığı gözlemlenmiştir. Yazıldığı dönem itibarıyla tarih açısından önemli yere sahip olan Heredot’un anlatılarında ‘Tomris’ adına ve hikâyelerine rastlanmaktadır. Tomris filminde kadın hükümranlığının temsili değerlendirilmiş ve film anlatısı, Murdock’un ‘kadın kahramanın yolculuğu’ için ortaya koyduğu mitsel yapı ile uyumu konusunda incelenmiştir. Yapılan çözümlemede, film anlatısının mitsel yapı ile eşleştiği görülmüştür.
Parkinson hastalığı, beyinde dopaminerjik nöronlara etki eden önemli bir nörodejeneratif bozukluktur. Kuersetin, doğrudan radikal temizleme aktiviteleri ve antioksidatif enzimlerin indüksiyonu ile tüm flavonoidler arasında en güçlü antioksidanlardan biridir. Yapılan çalışmalarda Borik asidin kalsiyum, vitamin D ve magnezyum ile etkileşime girerek organlar için yararlı etkilere sahip olduğu gösterilmiştir. Bu çalışmada 3 aylık Wistar-albino erkek sıçandan oluşan deney grupları 8 gruba (n=7) ayrılmış ve beyin doku örneklerinde glutatyon ve malondialdehit seviyeleri manuel olarak belirlenmiştir. Aynı zamanda total antioksidan durumu (TAS), ticari kit kullanılarak tayin edilmiştir. Sıçanların bilişsel işlevlerini değerlendirmek için lokomotor aktivite ve nesne tanıma testleri uygulanmıştır. İstatistiksel analizlerde GraphPad Prism 9 versiyonu kullanılmıştır. Değerler, tek yönlü ANOVA ile istatistiksel olarak analiz edilmiş, gruplar arasındaki farklılıklar Uncorrected Fisher's LSD testleri kullanılarak belirlenmiştir. p<0,05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edilmiştir. Buna göre bu çalışmanın sonucunda Kuersetin ve Borik asidin antioksidan kapasite üzerine olumlu etkiler yaparak TAS seviyelerinde etkili olduğu gösterilmiştir. Elde edilen veriler, borik asidin Parkinson hastalığı patogenezini önleyerek oksidan-antioksidan dengeyi olumlu yönde etkilediğini göstermiştir.
Sanayi devrimi sonrası demiryolu ve deniz yollarının gelişmesi ile seyahat sürelerinin kısalması, ticari anlaşmaların ve faaliyetlerin artması ve Osmanlı Devleti’nin her daim merak edilen mistik havası ve etnik yapısı bölgeye olan seyahat isteğini arttırmış ve merak edilen bir destinasyon haline getirmiştir. Artan turist talebini karşılayabilmek için 19.yy’ın sonlarında İstanbul’un Beyoğlu ilçesinde otel işletmelerinin açıldığı görülmektedir. Daha çok gayrimüslimlerin yaşadığı bu ilçenin özellikle Pera ve çevresinde yıllar içerisinde birçok otel işletmesi açılmış ve önemli ziyaretçilere geçici ev sahipliği yapmıştır. Sonraki yıllarda Üsküdar, Büyükada ve Büyükdere gibi farklı ilçelerde de otellerin faaliyete geçtiği görülmektedir. Şehir otelciliği kavramının ön plana çıkması, ziyaretçi beklentilerinin farklılaşması ve artması ile İstanbul’un tarihi otelleri değişmeye çalışmış ve yeniliğe ayak uydurmak zorunda kalmıştır. Bu çalışma Osmanlı döneminde başlayan otelciliğin geçmişten günümüze uğradığı dönüşüme değinmektedir. Bu kapsamda İstanbul’un Beyoğlu/Pera bölgesinde hizmet vermeye devam eden otellerin web site değerlendirmeleri yapılarak güncel hizmet ve faaliyetleri hakkında bilgiler elde edilmesi hedeflenmiştir. Çalışmada Tanzimat fermanı sonrası açılan otellerden günümüzde hala hizmet vermeye devam eden otellerin (4) web siteleri incelenmiş ve web site değerlendirme formundaki kriterlerin yeterli düzeyde karşılandığı fakat teknolojik öğelerin kullanımı ve modernleşme konusunda zayıf kaldıkları gözlenmiştir.
This study aims to determine the effect of health R&D (Research and Development) expenditures on economic growth at the level of 10 countries (Czech Republic, Hungary, Korea, Poland, Portugal, Slovakia, Turkey, Romania, Russia, and South Africa) by using data between 2004-2019. Gross Domestic Product (GDP) as representative of economic growth; as the representative of R&D Expenditures in health, Health R&D Expenditures were considered. In the analysis of the relationships between variables Least Square Test, Granger Causality Test, Cointegration Tests, FMOLS and DOLS tests were applied within the framework of Panel Data Analysis. The existence of a bidirectional Granger-type causality relationship between Health R&D Expenditures and GDP and the long-term cointegration relationship between them was determined. FMOLS and DOLS analysis results revealed the positive effect of Health R&D expenditures on economic growth. The results showed that health R&D activities play an important role in general R&D activities in the countries covered by the study and that health R&D expenditures/investments positively affect economic growth.
Hiperkalemi, yaşamı tehdit edici sonuçlara yol açabilen önemli bir elektrolit bozukluğudur. Hiperkalemi sıklığı ve nedenleri çalışılan populasyona göre değişmektedir. Başlıca risk faktörleri renal yetmezlik, diyabetes mellitus (DM) ve anjiyotensin dönüştürücü enzim (ACE) inhibitörü gibi ilaçların kullanımıdır. Sistemik lupus eritematozus (SLE) seyrinde hiperkalemi nedenleri şimdiye kadar araştırılmamıştır. Amacımız, SLE’li hastalarda hiperkalemi nedenlerini ayrıntılı olarak ortaya koymak ve hiperkalemik renal tubuler asidoz (RTA) tip 4 sıklığını belirlemekti. Ocak 2010-Şubat 2020 yılları arasında Romatoloji bölümünde SLE tanısı ile takip edilen ve potasyum düzeyi ≥5.5 mEq/L (hiperkalemi) olan hastalar belirlendi. Hiperkalemi saptanan hastaların klinik ve laboratuvar bulguları dosyalarından ve dijital kayıt sisteminden retrospektif olarak tarandı. SLE dışı tanısı olanlar, hiperkalemisi olmayan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Hiperkalemi nedenleri renal hasar/yetmezlik [akut böbrek hasarı, kronik böbrek hastalığı (KBH)], ilaçlar, hormonal nedenler (Addison hastalığı, tip 4 RTA), psödohemoliz ve diğer olarak sınıflandırıldı. Hiperkalemi saptanan 35 SLE’li hastanın yaş ortalaması 40.1±16.9 yıl iken hastaların %85.7’si kadındı. Hastaların %57.1’inde (n=20) lupus nefriti vardı. En sık görülen renal tutulum tipi %68.7 (11/16) ile sınıf 4 lupus nefriti idi. Hiperkalemi saptandığı sıradaki SLE hastalık süresi ortalaması 5.2±5.52 yıl, hastalık aktivasyon indeksi-SLEDAI ortalama 19.8±13.4 idi. Potasyum ortalaması 6.6 ±1.08 mEq/L idi. En sık hiperkalemi nedeni %45.7 (n=16) ile renal hasar/hastalık iken bunu %25.7 ile ilaç kullanımı izlemişti. 2 (%5) hastada hiperkalemi RTA tip 4’e bağlanmıştı. Gruplar hiperkalemi nedenlerine göre klinik ve laboratuvar parametreleri açısından karşılaştırıldığında renal hasar/hastalığı grubunda kreatin yüksekliği daha fazla idi (p≤0.001). SLE seyrinde hiperkalemi, genel toplumda görüldüğü gibi en çok renal hasara/hastalığa bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Bunun yanında RTA tip 4 de hiperkaleminin önemli bir nedenidir. Hiperkalemisi olan SLE’li hastalar sık görülen hiperkalemi nedenleri dışlandıktan sonra veya dirençli hiperkalemi varlığında hiperkalemik RTA tip 4 açısından da araştırılmalıdır.
Amaç: X, Y, Z kuşaklarının beslenme bilgi düzeyleri, obeziteye karşı ön yargıları ve besin seçimlerinin değerlendirilmesidir. Yöntem: Katılımcılara yüz yüze olarak katılımcıların sosyodemografik özelliklerini ve beslenme alışkanlıklarını içeren sorular ile beslenme bilgi düzeylerini değerlendirmek amacıyla Yetişkinler için Beslenme Bilgi Düzeyi Ölçeği (YETBİD), Obezite Ön Yargı Ölçeği (GAMS-27) ve Besin Seçimi Anketi’nden (BSA) oluşan anket uygulanmıştır. Elde edilen veriler, SPSS v26 (IBM Inc., Chicago, IL, USA) programında analiz edilmiştir. Bulgular: X, Y, Z kuşaklarının yaş ortalaması sırasıyla 48,92±4,68 yıl, 34,06±5,14 yıl, 18,90±1,31 yıl ve BKİ ortalamaları sırasıyla 27,27±3,25 kg/m2, 26,30±3,69 kg/m2, 23,01±3,74 kg/m2dir. “GAMS-27 Toplam” puanı Y kuşağında diğer kuşaklara göre istatistiksel olarak yüksek bulunmuştur (H=14,980; p<0,01). BSA alt faktörlerinden “Duygudurum” (H=8,282; p<0,05), “Uygunluk” (H=18,105; p<0,001), “Duyusal Çekicilik” (H=10,068; p<0,01) ve “Fiyat” (H=9,631; p<0,01) alt faktörleri puan ortancaları Z kuşağı bireylerinde en yüksek; “Doğal İçerik” (H=29,287; p<0,001), “Ağırlık Kontrolü” (H=9,396; p<0,01), ve “Etik Kaygı” (H=11,209; p<0,01) alt faktörleri puan ortancaları X kuşağı bireylerinde en yüksek bulunmuştur. YETBİD’in “Temel Beslenme” alt faktör puanlarındaki artışın, BSA’nın “Sağlık”, “Duygudurum”, “Duyusal Çekicilik”, “Doğal İçerik”, “Fiyat” alt faktör puanlarında artışa (p<0,05); YETBİD’in “Besin Tercihi” alt faktör puanlarındaki artışın, BSA’nın “Sağlık”, “Uygunluk”, “Duyusal Çekicilik”, “Doğal İçerik”, “Fiyat”, “Ağırlık Kontrolü”, “Aşinalık” alt faktör puanlarında azalışa (p<0,05) ve “GAMS-27 Toplam” puanlarındaki artışın, BSA’nın “Sağlık”, “Duygudurum”, “Uygunluk” , “Duyusal Çekicilik”, “Doğal İçerik”, “Fiyat”, “Ağırlık Kontrolü” ve “Aşinalık” (p<0,05) alt faktör puanlarında azalışa neden olduğu bulunmuştur. Sonuç: Obezite ön yargısı toplam puanı en yüksek olan kuşak; Y kuşağıdır. Kuşakların beslenme bilgisi ve obezite ön yargısı besin seçimlerini etkilemektedir.
İç göç hareketleriyle birlikte başlayıp akabinde informel ilişkilerle devam eden bir sürecin çıktısı olan hemşehrilik olgusunun siyasal, sosyal, ekonomik, demografik, kültürel ve psikolojik etkilerinin yanı sıra yönetsel yapılar üzerinde de yansımaları bulunmaktadır. Bu çalışmanın amacı ise yerel yönetimlerde personel alımları ve hemşehrilik olgusu arasındaki etkileşimi izah etmektir. Bu kapsamda belediye bürokratları, yerel siyasi seçkinler ve hemşehri derneği yöneticilerinin belediyelerde personel alımı ve hemşehrilik olgusu arasındaki algılarının nasıl kavrandığı çalışmanın merkezi problemini teşkil etmektedir. Çalışma İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı olan Beşiktaş, Üsküdar, Ataşehir, Sancaktepe, Büyükçekmece ve Esenler ilçe belediyelerindeki 27 farklı kişiyle derinlemesine mülakat yoluyla yürütülmüştür. Çalışma sonucunda hemşehrilik olgusunun yönetsel ana boyutunun olduğu ve bunun altında altı alt boyut tespit edilmiştir. Ayrıca araştırmada, belediyelere personel alımlarında hemşehri ve siyasi baskılarının yoğun olmasının liyakat ilkesini işlevsiz bıraktığı; temsili bürokrasi sorununun var olduğu ve bunun da bir tür belediye oligarşisini doğurduğu çalışma sonucunda elde edilen başlıca bulgu ve tespitler arasında yer almaktadır.
İnsanın diğer davranışlarında olduğu gibi yaşamını sürdürdüğü topluluğun alkol kullanımına karşı yaklaşımı veya kültürel ve çevresel yatkınlığı kişinin alkol kullanım tutumlarını yakından etkileyen temel unsurları oluşturmaktadır. Gelenekçi toplum yapılarında ise kişinin davranışları üzerinde gelenek ve örfler daha baskın bir role sahip olabilmektedir. Kültürel desenleri ve gelenekçi yapısını kuşaklar arası aktarımla günümüze kadar devam ettiren ve geleneğe olan bağlılık sebebiyle kendilerine has bir tutum geliştiren Romanlar örneğinde bu etkileşimi görebilmek mümkündür. Özellikle bu gruptaki kadın ve ergenlerin alkole karşı tutumları ve alkol kulanım davranışlarının incelenmesi ile söz konusu durum gözlemlenebilir. Bu noktada toplumda dezavantajlı gruplar olarak kabul edilen kadınların alkol kullanımına karşı korumacı bir yaklaşım gösteren gelenekçi yaklaşımların ve bunun yanında çocuk ve ergenlerin alkole maruziyeti ve alkol kullanımına karşı müsamahakâr yaklaşımın bu toplulukta ne ölçüde karşılık bulduğunun tespiti önem arz etmektedir. Bu araştırmada, alkol kullanımında kültürün rolünü belirlemek amacıyla geleneklerini koruma çabasıyla öne çıkan Roman topluluklarından karma bir grup örneklem olarak seçilmiştir. İstanbul’un tarihi semtleri arasında yer alan Üsküdar’ın Selami Ali mahallesinde nitel araştırma yöntemleri kullanılarak yapılan araştırmada öne çıkan sonuçlar arasında geleneklerine sıkı sıkı bağlı kalmaya devam eden topluluğun erkek ve kadınların alkol kullanım tutumlarında cinsiyetçi yaklaşımların hala örf ve adetlerden beslenmeye devam ettiği, mahalledeki kullanım yaygınlığından çocuk ve ergenlerin olumsuz yönde etkilendiği tespit edilmiştir.
Bu çalışma ilköğretim çocukları (1,2,3,4. sınıf) ve ailelerinin beslenme ve fiziksel aktivite çev- resini tanımlamak amacı ile velilerden oluşan çalışma grubu ile yapılmıştır. Çalışma 2020 yılı Haziran ayında, İstanbul’un bir ilçesinde, 1108 öğrenci bulunan bir ilköğretim okulunda, etik kurul ve kurum izni alındıktan sonra yapılmıştır. Tüm anne- babalara anket gönderilmiş ve 485 kişiye ulaşılmıştır. Veriler sosyodemografik özellikleri belirlemeye yönelik sorular ve Türkçeye uyarlanmış Aile Beslenme ve Fiziksel Aktivite Tarama Ölçeği (ABFA-TR) ile toplanmıştır. ABFA ölçeğinden alınan puanlarla çocukların beden kitle indeksi (BKİ) ve bazı sosyodemografik de- ğişkenler arasındaki ilişkiler, verinin yapısı ve dağılımına göre uygun varyans analizi modeli ve korelasyon analizi ile incelenmiştir. Çalışmaya katılan çocukların yaş ortalaması 7,12±1,23’dir. Çocukların %30,9’u 2. sınıf öğrencisi ve yarısı (%49,3) kızdır. Annelerin %34,6’sı lise mezunu ve %81,6’sı çalışmamakta; babaların %35,3’ü lise mezunu ve %94,4’ü çalışmaktadır. Çalış- maya katılan annelerin %50,2’si babaların ise %70,7’si fazla kilolu/obezdir. Çocuklarda ise bu oran %37,1dir. Babanın BKİ değeri ile çocukların persentilleri arasında yapılan çoklu uyum analizine göre normal BKİ değerine sahip babaların normal kiloda çocuklarının olduğu, fazla kilolu ve obez babaların fazla kilolu ve obez çocukları olduğu görülmüştür (χ2=18,014, p=0,006). ABFA-TR ölçeği toplam puan ortalaması ise 59,12±6,34 olarak bulunmuştur. Aileler en düşük puan ortalamasını Çocuk Aktivitesi (4,46±1,38), en yüksek puan ortalamalarını ise Uyku Rutini (6,97±1,23), Yiyecek Seçimi (6,80±1,05) ve Aile Öğünleri (6,71±1,46) alt boyut- larından almıştır. Annenin eğitim durumu, çalışma durumu, babanın eğitim durumu ve gelir durumu ile ABFA –TR puan ortalamaları arasında anlamlı farklılıklar bulunmuştur (p<0,05). Çalışmanın sonuçlarına göre ilköğretim çocuklarına yönelik obezojenik sağlık davranışlarını değiştirme amaçlı müdahale çalışmaları yapılması önerilir.
Teknolojinin gelişmesi ve mobil cihaz kullanımının artması ile birlikte sağlık alanında da mobil teknolojilere yönelim giderek artmaktadır. Bu yönelimden en çok etkilenen alanlardan biri de obstetri alanıdır. Kadın sağlığı, gebelik, doğum, doğum sonu gibi birçok alanda mobil sağlık uygulamaları piyasaya sürülmektedir. Kullanıcı sayısındaki artış ve kadınların bilgi edinme kanallarının bu alana çevirmesiyle birlikte mobil sağlık uygulamaları üzerindeki çalışmalar artmıştır. Mobil sağlık uygulamaları üzerine yapılan bu çalışmalar ebelik bakımının sunum şeklini etkilemektedir. Ebelerin bakımlarının kalitelerini arttırmaları ve güncel teknolojileri bakımlarına entegre etmeleri için bu çalışmaları yakından takip etmeleri ve bu alandaki çalışmalara katkı sağlamaları gerekmektedir. Bu derleme ebelik alanında kullanılan mobil uygulamaları incelemek amacıyla yapılmıştır. Bununla birlikte bu alanda yapılan çalışmalarda ebelik felsefesine özgü niteliklerin eksik olduğu ve tıbbi bilimsel dayanakların kullanılarak yürütüldüğü görülmektedir. Ebelerin Türkiye’de mobil sağlık uygulama geliştirmelerinin ve/veya kullanmalarının ebelik bakımı ve kadın sağlığı açısından oldukça önemli olduğu düşünülmektedir.
Objective: The aim of this study was to evaluate the effects of social appearance anxiety of adult individuals who applied to a private nutrition and diet clinic in Istanbul province on their food choice and its relationship with anthropometric measurements. Method: Social Appearance Anxiety Scale (SAAS) and Food Choice Questionnaire (FCQ) including questions on participants’ sociodemographic characteristics and nutritional status were performed face to face. Data were analyzed with SPSS v26 (IBM Inc., Chicago, II, USA) package program. Results: Mean age of participants was 40.03±12.12 years, mean body mass index (BMI) was 26.93±5.41kg/m², waist circumference was 88.97±18.17 cm., hip circumference was 101.66±17.52cm., waist/hip ratio was 0.88±0.09 cm., waist/height ratio was 0.53±0.10 cm. 197 participants were male and 313 were female. Females’ median total “SAAS” score (U=25352; p<0.01), and FCQ’s “Health” (U=20807; p<0.001), “Mood” (U=23941.5; p<0.001), “Convenience” (U=20520; p<0.001), “Natural Content” (U=22974.5; p<0.001), “Price” (U=27182.5; p<0.05), “Weight Control” (U=20412.5; p<0.001), “Familiarity” (U=22933.5; p<0.001), and “Ethical Anxiety” (U=24077.5; p<0.001) subfactor scores were found to be statistically significantly higher. Mood, Convenience, Natural Content, Weight Control and Ethical Concern subfactor scores decreased with increasing BMI, waist circumference, and waist/hip values (p<0.05). Increasing SAAS total scores also increased FCQ’s mood and convenience subfactor scores (p<0.05). Conclusion: High Social Appearance Anxiety affect food choice and body compositions.
Amaç: Kronik bel ağrılı bireylerin ağrı inançlarının cinsiyetlere göre semptom şiddetleri ile ilişkisini incelemek. Yöntem: Çalışmaya 18-65 yaş aralığında 204 kişi katıldı. Katılımcıların cinsiyete göre yaş ortalamaları sırasıyla erkeklerde 42.21±14.24, kadınlarda 41.65±13.41 idi. Çalışmada ağrı inançlarını ölçmek için Ağrı İnançları Ölçeği (AİÖ) ve ağrı şiddetlerini ölçmek için de Numerik Derecelendirme Sakalası (NRS-11) kullanıldı. Bulgular: Kronik bel ağrılı bireylerin ağrı inançlarının semptom şiddeti ile ilişkisinin cinsiyetlere göre anlamlı farklılığa sahip olduğu bulundu (p=0.001). AİÖ ve NRS-11 değerleri cinsiyetler arası istatistiksel olarak anlamlı farklılığa sahip olup (p=0.001), kadınlarda daha yüksek düzeyde bulundu (p<0.001). Sonuçlar: Araştırmamızda ağrı inançlarının ve kronik ağrıyı algılamanın cinsiyete göre değiştiğini tespit ettik. Cinsiyet faktörünün, yaşanılan ağrı şiddeti ve ağrılara dair geliştirilen inançların gücüyle ilişkili olduğu görüldü. Kadın bireylerin erkek bireylere göre daha yüksek ağrı şiddeti skor ortalamasına sahip olduğu, organik ve psikolojik ağrı inançlarının da daha fazla olduğu bulundu.
Chronic lymphocytic leukemia (CLL) is known as type of leukemia originating from clonal mature B lymphocytes and has genetic heterogeneity. Many studies have been done to clarify the genome of CLL. In these studies, del(13q) is reported as the most common chromosomal aberration. Although this anomaly is associated with good prognosis when isolated, patients have clinical heterogeneity. In addition, in many gene mutations including TP53, NOTCH1 and SF3B1 gene mutations, poor prognosis has been identified. The prognostic significance of these genes has begun to be demonstrated. According to these data, we aimed to determine the mutation rate of NOTCH1 and SF3B1 genes and to investigate the prognostic effects (disease stages, TTFT and OS) in 43 cases with isolated del(13q) by using FISH method. We investigated the most common mutations of NOTCH1 and SF3B1 gene in CLL by using Sanger sequencing method. While frameshift 7541_7542delCT mutation was detected in the NOTCH1 gene in 1 out of 42 CLL cases with clinical heterogeneity, mutation in the SF3B1 gene couldn’t be detected. As a result of our study, it was observed that NOTCH1 and SF3B1 gene mutations weren’t associated with isolated del(13q) which is compatible with the literature data. Our study is the first study that evaluates NOTCH1 and SF3B1 gene mutations with prognostic parameters of isolated del(13q) with CLL patients in the Turkish population. As a result; It was concluded that there may be different reasons responsible for the clinical heterogeneity of isolated del(13q) cases and further studies are needed to reveal these reasons
Marjinal zon lenfoma (MZL), Non-Hodgkin Lenfoma (NHL)’nın yavaş seyirli bir alt tipidir. Mukoza ilişkili lenfoid dokunun ekstranodal MZL’sı (MALT lenfoma), nodal MZL, splenik MZL, primer kutanöz MZL olmak üzere dört alt tipi vardır. Heterojenitesi ve nadirliği sebebiyle MZL’da tedavi yönetimi net olarak tanımlanamamıştır. Bu çalışmada MZL tanılı 36 hastanın klinik özellikleri ve sağkalım verileri incelenmiştir. Hastaların toplam takip süresi ortalama 64.5 aydı. Takip süreleri 6-240 ay arasındaydı. Hastaların 32’si (%88.8) hayattaydı. Ortanca OS 54 aydı. Ölen 4 hasta (%11.1), relaps olan 22 (%61) hasta vardı. Ortanca PFS 45 aydı. On altı (%44.5) hasta CHOP veya R-CHOP, 13 (%36.1) hasta haftalık rituksimab, 3 (%8.3) hasta rituksimab-bendamustin tedavileri almıştı. Tedavi yanıtları değerlendirildiğinde 22 (%61.1) hastada tam yanıt, 9’unda (%25) stabil hastalık, 5’inde (%13.9) kısmi yanıt saptandı. İlk sıra tedavi bitiminde yapılan yanıt değerlendirilmesinde progresif hastalık görülmedi. Çalışmamızda yaş, cinsiyet, evre, MALT-IPI skoru, tedavi yanıtı, laktat dehidrogenaz (LDH), β2-mikroglobulin, albümin, tanı anında kemik iliği infiltrasyonu, karaciğer tutulumu ve hematopoetik olmayan alan tutulumu gibi değişkenlerin sağkalım üzerine etkileri incelendi ancak OS üzerine istatistiksel olarak anlamlı etkileri saptanmadı (p>0.05). MALT-IPI skoru (p=0.029) ve β2-mikroglobulin yüksekliğinin (p=0.041) tek değişkenli sağkalım analizine göre PFS üzerine olumsuz etkileri olan birer risk faktörü oldukları görüldü. Çoklu değişkenli analiz sonuçlarına göre ise sağkalım üzerine istatistiksel olarak anlamlı etkileri saptanmadı (p>0.05). MALT-IPI skoru hastalık prognozunu öngörmede kullanılabilir ancak çalışmamızdan elde edilen sonuçlara göre bu skora β2-mikroglobulin eklenmesi düşünülebilir. MZL alt tiplerinin ayrı ayrı değerlendirilmesi hasta heterojenitesine bağlı sonuçların yorumlanmasındaki güçlüğü azaltacaktır.
The time of initiating stem cell collection is very important for successful transplantation and is determined according to peripheral blood CD34+ cell count analysed by flow cytometry. In this study, we aimed to find the role of new complete blood count parameters to determine the optimal time of stem cell collection. Eighty-six patients who underwent stem cell mobilization were included in the study. Peripheral blood CD34+ cells and complete blood count were analysed on the same day. Patients with peripheral blood CD 34+ cell counts ≤ 20/μL and > 20/μL were determined as Group 1 and Group 2, respectively. The difference of CBC parameters between 2 groups and the relationship of these parameters with peripheral blood CD34+ cell counts were evaluated. It was found that immature granulocytes ratio, nucleated red blood cells ratio and count were positively correlated with peripheral blood CD34+ cell count and these parameters were significantly different between two groups (P< 0.001, P= 0.011 and P= 0.012, respectively). The new index formulated by using immature granulocytes and nucleated red blood cells ratios was significantly different between two groups (P<0.001), and had the highest diagnostic accuracy to determine the time of stem cell collection (AUC= 0.766). Immature granulocytes and nucleated red blood cells can be used to determine the time of peripheral blood stem cell collection faster and cheaper compared to flow cytometry.
Bu çalışmada Diyet Öz Yeterlilik Ölçeği’nin (DÖYÖ) Türkçe Formu’nun geçerlilik ve güvenilirliğini ortaya koymak amaçlanmıştır. Metodolojik araştırma tasarımı kullanılan çalışma, 2021-2022 akademik yılında Üsküdar Üniversitesi’nde 475 katılımcıyla yürütülmüştür. Google Formlar’da yapılandırılmış bir anket aracılığıyla Bilgi Formu, Diyet Öz Yeterlilik Ölçeği ve Genel Öz Yeterlik Ölçeği uygulanmıştır. İstatistiksel değerlendirmede iç tutarlılık katsayısı, faktör analizleri ve korelasyonları IBM SPSS26® yazılımı ile yapılmıştır. DÖYÖ’nün 146 kişi ile yürütülen pilot çalışmasında, Cronbach’s Alpha değeri 0.787 bulunarak, ölçeğin oldukça güvenilir olduğu ve ölçekten madde çıkartılmadan, geçerlilik analizine uygun olduğu belirlenmiştir. Asıl çalışmanın Açımlayıcı Faktör Analizi’nde, Kaiser-Mayer-Olkin değeri 0.907 ile örneklem hacminin süper düzeyde yeterli olduğu ve Bartlett Küresellik testi ile χ2=1107.066 ve p=0.000 düzeyinde istatistiki açıdan anlamlı olduğu bulunmuştur. Faktör yükleri >0.20, öz değerleri >1 olan ve toplam varyansın %67.44’ünü açıklayan 3 faktörlü bir yapı saptanmıştır. Çalışmanın Doğrulayıcı Faktör Analizi’nde 11 maddelik versiyonun uyum iyiliği indeksleri RMSEA=0.022; CFI=0.997; GFI=0.992; NFI=0.981; SRMR=0.054; AGFI=0.987; χ2/df=1.126 olarak yeterli uyum gösterdiği saptanmıştır. İç tutarlılık analizinde Cronbach’s Alpha katsayısı 0.900 olarak bulunmuştur. Diyet öz yeterliliğini ölçmeye yarayan Diyet Öz Yeterlilik Ölçeği’nin (DÖYÖ) Türkçe Formu’nun geçerli ve güvenilir olduğu gösterilmiştir.
Objective: To evaluate the association between sleep quality and body mass index (BMI) among nurses. Methods: The sample of this descriptive study consisted of 120 nurses working at a training and research hospital between December 2019 and January 2020. The data were collected using the Nurse Information Form and Pittsburgh Sleep Quality Index. The data obtained on obesity in nurses were analyzed and interpreted in accordance with the World Health Organization's body mass index classification criteria. Results: The mean values of the BMI and waist circumference of the nurses were 23.99 ± 3.89 kg/m2 and 75.76 ± 10.48 cm, respectively. Majority of the nurses BMIs’ were within normal limits, 8.3% were obese. Nurses were usually working in day-night shifts (70.8%) and over 40 hours per week (73.3%), while more than half of the sample could sleep for 3 to 5 hours after their shifts (63.6%). The relationships between sleep quality and BMI (r = −0.157; p > .05) and waist circumference (r = −0.117; p > .05) were not statistically significant. Conclusion: Nurses’ BMIs were within normal limits but their sleep quality was poor. Our analyses revealed no relationship between sleep quality and BMI among nurses.
Alzheimer's disease (AD) is a common type of dementia, which is a progressive brain disorder causing memory, thought and behavioral issues. Effective therapeutic treatments for AD and/or Dementia have not yet been developed. In this study select transcriptomic datasets were analyzed and disease proteins that comply with selection criteria were identified. These proteins were then docked with Donepezil, Galantamine, Memantine and Rivastigmine drugs as well as Thymus cilicius, Melissa officinalis, Salvia sclarea, Linum usitatissimum and Curcuma longa plant actives. Resulting binding energy values for mutant proteins are significantly different from wild type, especially in MET (MET proto-oncogene, receptor tyrosine kinase) (PDB ID: 3ZXZ). The plant actives showed notable Relative Stability values when docked with wild type proteins in comparison to drug molecules. To conclude, Alpha-Muurolene, Alpha-Atlantone, Alpha-Cadinene, BetaBourbonene, Beta-Cubebene and Germacrene-D as candidate alternative plant actives have been suggested for these diseases.
“Kadın” ve “Cinsellik” yan yana dahi getirilmekten kaçınılmış iki kavram. Konuşulmayan, öğretilmeyen ve keşfedilirken birçok toplumsal engelle karşılaşan cinsellik, bireyin varoluşunun yadsınamaz bir parçası. Bu sebeple birçok konuda öteki haline gelmiş kadınların cinselliğe bakışını görebilmek amacıyla bu araştırma yürütülmüştür. Araştırmanın önceliği, ele alınmayan bu konuyu bilimsel bir yöntemle inceleyerek bireyin farkındalık kazanmasına yardımcı olmaktır. Bir diğer amacı ise ortaya çıkan veriler aracılığıyla diğer bireylere ulaşarak konuyla ilgili toplumsal farkındalık oluşturmaktır. Farklı eğitim düzeyine sahip kadınların cinselliğe bakışını incelerken Online Seslifoto (OSF) yöntemi kullanılmış ve katılımcılardan cinselliklerini tanımlayan temsili bir fotoğraf çekmeleri istenmiştir. Çektikleri bu fotoğrafa, GÖZSAN sorularından faydalanarak yazdıkları hikaye ile anlam katmışlardır. Son olarak ise, katılımcıların sözcüklerinin zarar görmemesi için “tema”nın onlar tarafından belirlendiği Online Yorumlayıcı Fenomenolojik Analiz (OYFA) yapılmış; bu temalar üzerinden tüm katılımcılar, araştırmacı tarafından belirlenen “ana tema” gruplarına dahil edilmiştir. Çalışma sonunda 12 ana tema ortaya çıkmıştır. En sık tekrarlanan ana temalardan ilk üçü şöyle olmuştur: Hoşa giden/istenen duygular (aitlik duygusu, aşk, coşku, güven, heyecan, huzur, masumiyet/saflık, mutluluk, sevgi, şefkat, tutku, umut, zevk) ( n=56, % 32), hoşa giden/istenen bedensel hisler(ahenk/uyum, arzulamak, canlanma, cinsel uyarılma, dişil hissetmek, gevşeme/ enerji boşaltımı, güçlü hissetmek, hissetmek, orgazm, tanrıça gibi hissetmek) (n=28, %16), Hoşa giden/istenen davranışlar(dokunmak/temas, haz, ilgi, mastürbasyon, öpüşmek, saygı, seks, teslimiyet, yakınlık) (n=28, %16). Katılımcıların cinsellik tanımlarına eğitim düzeyi boyutuyla bakılmış ve farklılık olup olmadığı araştırılmıştır. Eğitim düzeyinin cinselliği tanımlamada farklılaştığı yerin, “Özgürlük” ve “Varoluş- Kendini arama/tanıma/keşif” ana temaları olduğu görülmüştür. Bu temalar yalnızca lisans, yüksek lisans ve doktora eğitim düzeylerinden katılımcılar tarafından kullanılmıştır. Pandemi döneminde yapılmış olan bu araştırma, Online Seslifoto (OSF) ve kadın cinselliğini ilk kez bir araya getirmesi sebebiyle alanyazına katkı sağlayacağı düşünülmektedir.
Paketli gıda üretiminde makinelerden kaynaklı tehlikelerin tespitinin gerekliliği; karar vericilerin subjektif yaklaşımlarına karşı belirsizliklerin giderilmesi, tehlikelerden kaynaklı risklerin önceliklendirilmesi ve akabinde düzeltici faaliyetlerin sıralanması açısından çok kriterli karar verme problemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu çalışmada karşımıza çıkan ana araştırma sorusu, karar verici uzman ekibin tercihleri de dahil olmak üzere nicel ve nitel karar kriterlerine dayalı olarak gıda üretim faaliyetlerinde makineler ile ilgili alınacak güvenlik önlemlerini sıralamak için bir yönteme gerek olup olmadığıdır. Bu çalışma uygulama alanına ait mesleki tehlikelerin değerlendirilmesi ve bu tehlikeler sonucunda alınacak güvenlik önlemlerinin önceliklendirilmesi olmak üzere iki aşamadan oluşmaktadır. Birinci aşamada, kriterlere ait faktör ağırlıkları Bulanık DEMATEL (Karar Verme Deneme ve Değerlendirme Laboratuvarı) ile hesaplanmıştır. İkinci aşamada elde edilen ağırlıklar kullanılarak Bulanık CODAS (Birleştirilebilir Uzaklık Esaslı Değerlendirme veya Birleştirilebilir Mesafe Tabanlı Değerlendirme) ile mesleki tehlikeler ve tehlikelerden kaynaklı riskler önceliklendirilmiştir. Böylece gerçekleştirilmesi gereken düzeltici ve önleyici faaliyetlerin iş planının sağlıklı bir şekilde oluşturulması sağlanmıştır. İş sağlığı ve güvenliği yönetim sisteminin işletilebilirliğini güçlendiren bir yaklaşım olarak risk ve önlemler birlikte analiz edilmiştir. Önerilen uygulama modeli gıda üretim sanayinde faaliyet gösteren bir fabrikada uygulanmış, en önemli ilk üç risk kaynağından ilki “Paketleme Makinesine ait Koruyucuların Manipülasyona Uğraması’ olarak saptanmıştır. Bunu takip eden tüm alt kriterlerin bir arada değerlendirilmesiyle sırasıyla ‘Makine Operatörlük Eğitimi Bulunmayan Kişilerin Makineye Müdahalesi ve Paketleme Makinesinin Tehlikeli Bölgesine El ile Müdahalede Bulunması’’ olarak belirlenmiştir. Elde edilen bu veriler gıda sektöründe makine kullanımı noktasında operatörlük iş kolunun öneminin, iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması ile iş kazalarının önlenmesi açısından etkin bir faktör olduğunu ortaya koymaktadır.
“Bilim nedir?” sorusu, bizzat bilim ve felsefe kadar eski olduğu söylenebilecek bir sorudur. Felsefe tarihinin başlarından itibaren farklı ekollerden farklı düşünürler bu soruyu cevaplamayı denemişlerdir. Sorunun halen tatmin edici bir yanıt bulamadığını gözlemleyen Alman bilim felsefecisi Paul Hoyningen-Huene, bu gözleminden yola çıkarak, yeni bir yanıt girişiminde bulunmuştur. Yazarın önceki eserlerinde de izleri sürülebilen “sistematiklik teorisi”, ilk kez 2013 yılında Oxford University Press tarafından yayımlanan Systematicity: The Nature of Science [Sistematiklik: Bilimin Doğası] eserinde detaylıca sunulmuştur. Bilim nedir sorusuna getirdiği yeni yaklaşım ve sosyal ve beşeri bilimlerle doğa bilimlerini ayıran ve birleştiren hususları araştırmasıyla Systematicity: The Nature of Science, gerek bilim felsefecilerinin, gerekse teoriyle ilgilenen bilim insanlarının bolca faydalanabileceği bir eserdir.
Geçmişten günümüze insan davranışları alanında çalışan bilim insanları çocukluk dönemini ve çocukluk döneminin yetişkinlik dönemine etkilerini biyolojik, psikolojik, sosyal ve bilişsel açılardan incelemişlerdir ve bu alanda birçok kuram bulunmaktadır. Bu çalışmanın amacı, çocukluk dönemine ve özellikle çocukluk döneminin duygusal ihtiyaçlarına farklı kuramlar açısından bakarak ebeveyn yaklaşımlarının bu ihtiyaçlar doğrultusunda şekillenebilmesi ve bu ihtiyaca yönelik farkındalığın artırılmasına katkıda bulunabilmektir. Çalışma sonuçlarına göre ulaşılan sonuçlar göstermektedir ki, çocukluk döneminde alınan desteğin, koşulsuz sevgi ve şefkat ile büyümenin yetişkinlik döneminde duyguların yönetilme becerisine, patolojilerden korunmaya katkısı büyüktür. Bu alanda varılan sonuçların derlendiği çalışmanın ülkemizde ebeveyn tutumlarına ışık tutması hedeflenmiş ve duygusal zekâ gelişimine dair önemin alan çalışanları ve ebeveynler tarafından anlaşılması hedeflenmiştir.
Bu çalışma en temel düzeyde “Herkes gibi olmakta sorun nedir?” sorusu üzerine kaleme alınan felsefi bir sorgulamadır. Daha derin düzeyde ise “herkes” gibi var olma minvalini eleştirel bir şekilde ele alarak salt “herkes”in hükmünde gelişen bir siyaset pratiğini tanımlamaya çalışmaktadır. “Herkes”, insan varoluşunu salt biçimselliğe hapsederken siyaset pratiğini de bu biçimselliğin hükmünde şekillendirmektedir. Bütünüyle başkalaşmanın hükmünde gelişen “herkes”e tabi olma durumu, insanın kendi yorumlama çabası olarak içselliğine dönüşünü ve Varlığın sesini duymasını da engellemektedir. Bu koşulsuz dışsallık, insanı bir varlık olmaktan uzaklaştırarak salt, ikame edilebilir başkalarına tedavül etmektedir. Çalışma bu sonuçlara ulaşan çözümlemesini Martin Heidegger, Jose Ortega y Gasset gibi düşünürlerle diyaloglar kurarak gerçekleştirmektedir.
Humanism is one of the key concepts of the history of thought. It is employed for different purposes in different eras. There are various types of it, ranging from the rhetorical humanism of Sophists to the Christian humanism of middle ages, and from literary humanism of Renaissance to the humanism of Comte. In other words, there is not a monolithic humanism. One of the problems encountered within this diversity of approaches is the relationship between humanism and religion. Some humanistic interpretations foreground an anti-religious approach. Is it necessary to regard humanism as anti-religious? James’s humanism provides important data to answer this question. His humanism, at one end of which there is a radical empiricist epistemology while at the other end there lies an anti-theistic paradigm, does not exclude religious belief. Rather, it both carefully preserves the practically productive aspects of religion and develops a philosophy of religion that puts human being in the center. Several problems of classical philosophy of religion, particularly the existence of God, His relationship with universe, the problem of evil and religious experience, are handled with a humanistic approach by James. And this study examines James’s answers to those problems of philosophy of religion within the framework of his genuine humanism.
This research is about the investigation of the Effect of EMDR Therapy on Adolescents between 15-17 years of age with Specific Phobia and Test Anxiety. The first hypothesis of the study is that “Adolescents who are treated with EMDR therapy will significantly decrease their fear scores of the phobia object (delusion, affective and total).” The second hypothesis is that "Sub-score and total test anxiety scores of adolescents who receive EMDR therapy will decrease significantly." The data on this research, collected by using Demographic Information Form, Test anxiety Inventory, DSM-5 Specific Phobia Scale for 11-17 Year-Old Children; through 31 adolescents living in Antalya (Turkey) and visiting the counselling centre for treatment between February 2022 and July 2022. Data were obtained and analysed in SPSS 25.0 package program. In the study, test anxiety sub-scale and total scores of adolescents who is receiving EMDR therapy with test anxiety, also total specific phobia scores of adolescents with specific phobia were compared as pre-test and post-test. As a result of the 5-session EMDR therapy, it was concluded that test anxiety sub-scale scores and total scores as well as specific phobia total scores decreased significantly in post-test measurement. Based on the research findings, it was considered that EMDR therapy gives positive results on adolescents with specific phobia and test anxiety.
The common usage of social media has raised some concerns over the psychological well-being of users in recent years. Thus, examining the role of social media on the well-being of individuals has gained more importance. The goal of the present study is twofold. Firstly, it aims to investigate the psychometric properties of the Turkish version of the Social Media Rumination Scale. Secondly, it aims to test the link between social media anxiety and social media rumination, which are two psychological phenomena observed in social media. This study was conducted with 467 university students (female 69%, Mage = 21.90, and SD = 2.88). Findings showed that the single-factor structure of the original scale was not verified. However, according to Exploratory and Confirmatory Factor Analysis, the two-factor structure of the scale has good psychometric properties. Moreover, shared content anxiety and privacy concern anxiety, the subscales of the Social Anxiety Scale for Social Media Users predicted subfactors of social media rumination controlling for sex and the average social media use duration. Given the limited research to measure rumination and anxiety with specially designed tools in social media contexts, this study provided the first direct Evidence that social media rumination is related to social media anxiety.
Son yıllarda, dijital teknolojilerde yaşanan hızlı gelişmeler ile tüketicilerin bilgi paylaşımında bulunduğu mecralar da artış göstermiştir. Bu mecralarda paylaşım yapan bazı kişiler ikna becerileri ile ünlü olup, yüksek takipçi sayısına ulaşarak fenomenler haline gelmişlerdir. Fenomenler, çoğu zaman markaların pazarlama iletişimi çalışmalarında yer alırken, kimi zaman da aktivist kimlikleri ile toplumsal sorunlarla ilgili paylaşımlarda bulunabilmektedir. Bu paylaşımlar arasında sürdürülebilirlik, çevre, iklim krizi, tasarruf, kadın hakları, hayvan hakları, kapsül dolap ve minimalizm gibi konular da bulunmaktadır. Bu çalışma kapsamında Instagram’da içerik üreten ve “çevreci fenomen” olarak tanımlanabilecek olan 8 hesabın paylaşımları incelenerek en çok hangi kategoride paylaşım yaptıkları, dikkat çektikleri konu başlıkları ve marka işbirliklerinin sektörel dağılımı içerik analizi yönetimi ile ortaya çıkarılmıştır. Buna göre, en çok paylaşım yapılan kategori önerilerdir. Dikkat çekilen konu başlıkları kapsül dolap, iklim krizi, atıksız yaşam, sürdürülebilirlik ve tasarruf kavramları olup, çok fazla marka işbirliğine gittikleri görülmemiş, marka işbirliği var ise de genellikle vegan ürünler üzerinde odaklanıldığı sonucuna varılmıştır.
Bu çalışma, Sezai Karakoç’un medeniyet tasavvurundan hareketle ortaya koyduğu siyaset perspektifinin imkân ve sınırlarını tartışmaya açmaktadır. Entelektüel serüveni şairliğinin gölgesinde kalan Karakoç, diriliş kavramsallaştırmasıyla özdeşleşen bir fikir sistematiği geliştirmiştir. Yıllara yayılan fikrî metinlerinde teorik düzlemde istikrarlı ve tutarlı bir siyasal çizgiyi takip etmek mümkündür. Bu bağlamda Türk düşün dünyasında nevi şahsına münhasır bir konumu bulunduğu ifade edilebilir. Birçok aydın gibi yaşadığı dönemin siyasal ve toplumsal gelişmelerinden ziyadesiyle etkilenen Karakoç’u çağdaşlarından ayıran hususlardan belki en önemlisi, geliştirdiği düşün çizgisiyle içerisinde bulunduğu dönemi fikrî yönde etkileme kapasitesinden ileri gelir. Nitekim İslâm’ın siyasal yorumundan beslenerek medeniyet tahlilini ortaya koyan ve diriliş mefhumuyla kendine özgü bir devlet perspektifi geliştiren Karakoç’un Türkiye özelinde 20. yüzyıl siyasal İslâmcılığı ve genel olarak merkez sağ cenah üzerinde etkisi hissedilir. Pratiğe dönüşmeyen teorinin bir eksiklik göstergesi olduğunu savunan mütefekkir, siyasete de dâhil olur. Öncülüğünde kurulan ve ölümüne kadar genel başkanlık sıfatını taşıyacağı Diriliş Partisi ve Yüce Diriliş Partisi ile farklı bir siyasal lider portresi çizer. Buradan hareketle çalışmada, Karakoç’un düşün dünyası ekseninde (Yüce) Diriliş Partisi’nin siyaseten taşıdığı anlama odaklanılmaktadır. Bu hedef doğrultusunda yazarın siyasal düşüncesini merkeze alan kitaplarından yararlanılmıştır. Ek olarak parti programları ve tüzükleri incelenmiş, Karakoç’un parti konuşmalarının yer aldığı derlemeler taranmıştır. Çalışmanın nihai amacı Karakoç’un medeniyet tasavvuru ile devlet perspektifi arasındaki ilişkinin tespiti üzerine kuruludur. Böylelikle (Yüce) Diriliş Partisi’nin Türkiye siyasetinde bulduğu karşılık ütopik ve realist bulgular ışığında analiz edilecektir.
Cihan Harbi sürekli seferberlik gerektiren çok cepheli bir yıpratma savaşına dönüşürken, Osmanlı makamları daha verimli ve kapsamlı bir paramiliter eğitim ağı kurmaya karar verdiler. Bunun için 1916 yılında Alman subay Heinrich Leonhard Emanuel von Hoff (1868-1941) İstanbul’a çağrıldı. Genç Almanya Birliği’ni rol model alan Emanuel von Hoff kısa zaman içinde teşkilatlanma sürecini başlattı. İmparatorluğun son döneminde paramiliter dernekler aracılığıyla gençliğin politik inşasının siyasi ve askeri elitlerin kontrolünde gerçekleştirilmeye çalışıldığına dikkat çeken bu çalışma, Alman askeri misyonunun gayrı resmi üyesi olarak Osmanlı topraklarında bulunan Emanuel von Hoff’un Osmanlı Genç Dernekleri’ndeki faaliyetlerini takip etmeyi hedeflemektedir. Bu amaçla Osmanlı Devleti’ne gelişini tetikleyen etmenler nelerdi? Genç Dernekleri’ni teşkilatlandırma sürecinde nasıl bir politika izledi? Kabullenme ve reddetme kıskacında topluma nüfuz etmek için ne gibi argümanlar üretti? Devleti idare edenlerle arasında nasıl bir diyalog vardı? Son olarak Genç Dernekleri deneyiminin noktalanması ve ülkesine geri dönüş nedenleri üzerine duruldu. Bu sorulara cevap bulmak için dönemin matbuatı, Osmanlı Genç Dernekleri Mecmuası, Emanuel von Hoff’un kaleme aldığı makale ve kitapçıklar ve konuyla ilgili araştırma eserler incelendi.
Bu çalışmada ASALA terörizminin 20.yüzyıldaki uluslararası ilişkiler üzerindeki stratejik etkisi incelenmektedir. Makalede merkezî yer, Ermeni diasporasının ASALA ile ilişkileri örneğinde incelenen terör örgütlerinin faaliyetlerinde diasporanın rolüne verilmiştir. 1975-1983 döneminde aktif olan ASALA “birisinin teröristinin diğerinin özgürlük savaşçısı” olduğunun canlı örneğidir. Türkiye, ülkenin güvenliğini ve vatandaşlarını, özellikle de diplomatik temsilcilerini tehdit eden bir terör örgütü olan ASALA'ya karşı savaşırken, dünyadaki Ermeni diasporası bu örgütü Ermeni halkının hakları ve adalet için savaşan bir örgüt olarak değerlendiriyor ve ASALA'ya çeşitli yardımlarda bulunuyordu. Bu çalışma, sosyal inşacılık kuramının özelliklerini, temel terimlerini ve onların terör örgütlerinin analizine uygulanmasını ele almaktadır. Sosyal inşacılık kuramının "kimlik" kategorisi ve "Biz"-"Ötekiler" ikilemi çerçevesinde diaspora tarafından terör örgütlerine verilen desteği anlamak için bir girişim yapılmıştır. Çalışmada, terör örgütlerinin faaliyetlerinin diasporayı ortak bir fikir etrafında toplayarak etnik kimliği güçlendirebileceği sonucuna varılmıştır. Çalışma, Türkiye devletinin ve Ermeni diasporasının ASALA’ya yaklaşımının farklı olması açısından aynı örgütün farklı toplumlar tarafından farklı algılanabileceği fikrini de doğrulamıştır.
Türkiye’de Kürt kimliğine yönelik siyasal söylem, bir dizi eksiklikle birlikte meselenin tarihsel ve sosyo-politik niteliğini gizleyen veya reddeden bir dizi tanımlama ihyasıyla şekillenmiştir. Söz konusu eksik teşhisin ikame edici bir boyutu da “kardeşlik” ve “din kardeşliği” söylemidir. Bu çalışmada, İslamcı muhafazakâr siyasetin kardeşlik ve din kardeşliği motifinin Kürt kimliğine yönelik politik diskurun temel bütünleştirici argümanı olduğunu ve söz konusu kimliği ulusal siyasal yapıyla kaynaştırmanın yegâne harcı olarak işlev gördüğünü öne sürüyoruz. Bu çerçevede çalışma, AK Parti’nin kardeşlik ve din kardeşliği motiflerinden hareketle, sosyopolitik ve kültürel alanda kuşatıcı olmayı hedefleyen hemhâllik söylemlerini Kürt sorunu ekseninde irdelemeyi amaçlamaktadır. Eleştirel söylem analizi yönteminin kullanıldığı çalışmada, Muhafazakâr siyasetin bütünleştirici söylem stratejisinin farklılık ve etnik çeşitliliği ikinci plana iterek homojenleştiren bir işlev gördüğü ve böylelikle rıza imal etme yoluna gittiği saptanmıştır.
Suriye savaşından kaynaklı kitlesel göçle Türkiye, Suriyelileri açık kapı politikası, geri göndermeme politikası ve uluslararası mülteci rejimine uygun olarak temel ihtiyaçları karşılama politikası ile karşılamış, uluslararası koruma biçimlerinden Geçici Koruma Statüsü vermiştir. Suriyelilerin Türkiye'nin her şehrine dağılmışlığı, Türk vatandaşlarını sosyal, ekonomik, siyasi ve güvenlik açısından birçok yönden etkilemektedir. Göç ve göçmenler hayatın normal akışını engelleyen şeyler olarak algılandığından başlı başına bir tehdit kategorisi olarak kabul edilmektedir. Bu makalenin temel amacı, Suriyelilerin Türk toplumuna sosyal, ekonomik, siyasi ve güvenlik etkileri arasında İzmir'de yaşayan Türk vatandaşlarının güvenlik algısını incelemektir. Türkiye'nin 3. kalabalık şehri olan İzmir, göçün ilk zamanlarından itibaren en kalabalık Suriyeli nüfusta yer almasıyla, Balkan ülkelerinden göçen insanların varlığı ve şehirdeki hoşgörüden dolayı kapsama alınmıştır. Algıyı ölçmek için güvenilirliği ve geçerliliği kanıtlanmış 'Toplumsal Güvenlik Algıları Anketi' uygulanmıştır. Şehirde güvenlik algısının yüksek olduğu tespit edilmiştir.
Objective: The aim of this study is to evaluate the effect of hedonic hunger on nutritional change processes and its relationship with BMI in university students. Methods: A questionnaire consisting of sociodemographic characteristics, questions about eating habits, Power of Food Scale (PFS) and Nutrition Change Processes Scale (NPCS) were applied to 1003 undergraduate students. Results: Majority of the students were female and normal weight in terms of BMI. The median PFS and score of the obese students is higher than the normal ones. The median NPCS scores of obese students are higher than other BMI classifications (p< .01). The median scores of food available, food present and food taste sub-factors of PFS are statistically higher in obese students than in normal-weight students (p< .01). The sub-factors of NPCS that consciousness raising, dramatic relief, self-reevaluation, social liberation, contingency management, self-liberation, stimulus control median scores are statistically higher in obese students than in normal-weight students. As hedonic hunger increases, the nutritional change process increases by 13.7%. The increase in hedonic hunger affects the nutritional change processes positively by 46.1% (p< .001). Conclusion: Hedonic hunger and nutrition change processes of obese students are higher than those of normal weight, and as hedonic hunger increases, the process of nutritional change increases, and the increase in hedonic hunger positively affects nutritional change processes.
1960-1980 döneminde İstanbul, bir dizi sorunla karşı karşıya kalmış ve idareciler bu sorunlara çözüm üretmeye çalışmıştır. Bu sorunlarından temel gıda maddelerinin temin edilmesi, barınma ihtiyaçları ve kira sorunları, şehrin enerjisinin sağlanması ve ısınma problemine çözüm üretilmesi, içme suyunun arzı için yapılan çalışmalar halkın gündelik yaşamını doğrudan etkilemiştir. Şehrin yoğun göç alımına bağlı olarak emniyet ve asayiş sorunlarının karakteri değişmiş ve çeşitlenmiştir. Eğitim, sağlık ve sosyal hizmetler alanındaki yatırım ihtiyaçları artmış ve ihtiyaçların karşılanması güçleşmiştir. Suriçi ile birlikte Eyüp, Beyoğlu ve Üsküdar beldelerinden meydana gelen eski İstanbul’un yerleşim sınırları bu dönemde genişlemiştir. Büyüme, başlangıçta bu çekirdek merkezlerinin çevresinde daha sonra ise bağımsız köy hüviyetindeki küçük yerleşim alanlarında devam etmiş ve şehir, megapol kimliğini kazanmıştır. Bu durum beraberinde planlamayı ve yeni açılımları gerekli kılmıştır. Büyük Nazım Planı Bürosu Başkanlığı’nın ihdas edilmesi ve çevre yolu ile birlikte Boğaziçi Köprüsü’nün inşası bu ihtiyaçtan hareketle programlanıp hayata geçirilmiştir. Şehrin yeni yapısal özelliklerinden biri haline gelen merkezden çevreye ve çevreden merkeze geliş-gidişler şehir içi ulaşım yatırımları ile aşılmaya çalışılmıştır. Diğer taraftan imar işlerine başlı başına gecekondu olgusu rengini vermiştir. Gecekondulaşma, 1950’lerden itibaren kırdan kente göç hareketliliğinin sonucu olarak ülke gündemine oturmuştur. Şehir yönetimi, gecekondulaşmanın genişlememesi için çaba sarf etmiş ve gecekondu alanlarının ıslahı için çözüm üretmeye çalışmıştır. Bu kötü yapılaşma kıskacında büyük yapı çözümlerine de mesai harcanmıştır. İstanbul deniz ve liman şehri olarak değişen zaman ve modern lojistik ihtiyaçlarına yeni yatırımlarla ayak uydurmaya çalışmıştır. Dönem itibariyle bütün bu sorunlar ele alınırken şehrin yeni ve sürekli büyüyecek iki sorunu, çevre ve turizm meselesi, varlığını hissettirmeye başlamıştır. Bu dönemde yerel ve merkezi yönetim büyük emek vererek koordinasyon içinde İstanbul’un sorunlarına eğilmiştir. Şehrin sahip olduğu imkânlar, kadro ve bütçeler değerlendirilerek çözüm seçenekleri geliştirilmiştir. Yeni umutlarla iş ve aş için şehre yoğun bir şekilde akın eden insanların belediyeden yol, su, elektrik ve diğer belediye hizmetlerini beklemişlerdir. Bu talepleri karşılama kapasitesine sahip olmayan belediye, hizmet üretmekte zorlanmıştır. Aynı şekilde merkez-çevre etkileşimi, merkezin yoğunluğunun artması ve çevre alanlarının temel hizmet ve ihtiyaçlardan yoksunluğu ana problemler olarak şehir yönetimini uğraştırmıştır. İl özel idaresi ve belediye sahadaki organizasyon için gerekli bütçe ve yetişmiş insan kaynağı imkânlarına kavuşamamıştır. Bu imkânsızlıklardan, şehir hizmet alanlarındaki diğer kamu kurum ve kuruluşları da dert yakınmıştır. Yeni yatırım kaynakları üretilememiş ve var olan kaynaklar da verimli kullanılamamıştır. Vilayet, belediye ve merkezi irade 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve ara sıkıyönetim dönemlerinde şehrin sahiplenilmesinde ve insanların gündelik ihtiyaçlarının organize edilmesinde zafiyet göstermiştir. Bu durum belediye hizmetlerini yürüten kurulu yerleşik birimlerin koordinasyonunu da verimsizleştirmiştir. Bununla birlikte 1960-1980 arasında ülke genelinde uygulanan kalkınma programları, şehre olumlu yansımıştır. Büyük Nazım Planı Bürosu Başkanlığı’nın kurulması, Boğaziçi Köprüsü ve çevre yollarının planlanması İstanbul’a yeni karakter vermiştir. Çevre yolları ile ulaşımın ana yükü merkez dışına atılmış ve Boğaziçi Köprüsü ile de şehir içi ulaşım ağının bütünlüğü güçlendirilmiştir. Ulaşımın bu keyfiyeti beraberinde yeni sanayi, ticaret ve kültür alanlarını meydana getirmiştir. Şehrin genişlemesi ile tarihi merkezi yerleşim alanlarının yükü hafiflemiştir. İstanbul, bu yeni kimliğinde çözülemeyen bilakis büyüyen sorunlar, çarpık kentleşme, gecekondulaşmanın sosyal yansımaları, çevre dokusunun ve tabiat güzelliğinin bozulması ile yüzleşmiştir.
Background: It is known that there is a relationship between psychotic disorders and the presence of cerebral midline defects, such as the cavum septum pellucidum and the absence of adhesio interthalamica. This study aims to investigate whether these defects in people with alcohol/substance use disorders are associated with the occurrence and persistence of psychotic symptoms. Methods: The files of the patients who were hospitalized in an addiction inpatient unit were retrospectively scanned. The presence of cavum septum pellucidum and the absence of adhesio interthalamica were determined by evaluation of the magnetic resonance imaging findings. The presence of psychotic symptoms at admission and the persistence of psychotic symptoms after 2 weeks of detoxification treatment were used as dependent variables in different logistic regression models. The presence of cavum septum pellucidum and the absence of adhesio interthalamica were included in 2 separate models as independent variables. Results: The results of the regression analyses showed no significant relationship with respect to cavum septum pellucidum. However, the analyses revealed that the absence of adhesio interthalamica increases the risk of the persistence of psychotic symptoms. Conclusion: Our findings suggest that the absence of adhesio interthalamica can be considered a structural risk factor for the development of psychosis in people receiving treatment for substance use.